konu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
konu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İspanyol Filmi: Pan'ın Labirenti



  Yabancı film dalında 3 Akademi Ödülü, yerli yabancı çeşitli festivallerden 68 ödül almış bir filmden bahsediyorum azizim. Ceketimizi ilikleyip yazıyı öyle okuyalım lûtfen. 




 Öncelikle fantastik filmlerden hiç hazetmediğimi belirtmek isterim. Bilgisayar başında yapılan, eciş bücüş mahluklu filmlerden de öyle. 
  Zira o tarz filmlerde korkmaktan çok gülesim gelir. 

    Ancaaak... 

   Gelelim fantastik gizem türünde olmasına rağmen gönlümde taht kuran Pan'ın Labirenti'ne.

  Değindiği ince noktalar üzerine pek çok fikir yürütülebilecek derinlikte bir film.
(İnsanın zaafları, sebatla doğru yolda olursa muradına ereceği, ölümden sonra iyilerin de kötülerin de layığını bulacağı gibi pek çok nokta var. Hatta filmden sonra dostlarınızla bir mütalaa yapabilirsiniz.) 




   10 yaşındaki Ofelia, hamile ve hasta olan annesiyle birlikte İspanya iç savaşı sonrası yüzbaşı olan üvey babasının yanına taşınıyor.  (Taşınmaz olaydı. Hay vicdansız, hoşşik adam!)
  Evin arka bahçesindeki esrarengiz labirent ve içindeki Pan adındaki gerçeküstü yaratık, Ofelia'nın tüm yaşamını değiştiriyor. 




   Üvey baba millete kan kustururken ev ahalisi gizliden gizliye işlerini yürütüyor. Ofelia ise Pan'ın verdiği görevlerle adım adım kaderine yürüyor. 

   Sonu iyi mi bitiyor, kötü mü? Valla iyi bitiyor ama yine de içinize bir şeyler oturabilir.

  Vurucu müzikleri ise çarpıcı sahneleri tamamlamış. Kendinizi yer yer koltuğa yapışmış bulabilirsiniz. 




 Filmi dublajlı izlemenizi öneririm, seslendirme çok başarılı olmuş. Ayrıca filmde Mercedes'in Ofelia'ya söylediği ninni ise hâlâ kulaklarımda. 
    
     Kesinlikle izleyiniz!
Gerileceksiniz, üzüleceksiniz ve iyi ki izledim diyeceksiniz! 

⭐ 

Hint Filmi: Fan



 Öncelikle Shahrukh Khan hayranı olmadığımı belirteyim azizim. En azından üç büyük Khan krallığında Aamir Khan ve Salman Khan'dan sonra gelir bende. 

  İşte ne bileyim, bir Benim Adım Khan filmini öyle dolu dolu izledim,  bir de Fan'ı. Dur filmi anlatacağım, bir içimi dökeyim de. 

   Bu ademin en son Swades'ini izlemiştim, oflaya puflaya. Veer Zaara'yı sonlara doğru, Jab Tak Hai Jaan'ı yarıda, Om Shanti Om'u da  çeyrekte bırakmıştım. Devdas'a ne oldu hatırlamıyorum. (Enee Aishwarya Rai vardı onda, gitti gül gibi film). 

    Bende mi sorun var acep? Neyse olur öyle şeyler. Zamana bırakmıştım, iyi de etmişim. Bir Fan geldi, tekrar heyecanlara saldı beni. Çok beğendim, büyük bir zevkle izledim!


  Aryan, Hindistan'ın meşhur aktörü. Gaurav ise ona çok benzeyen, hayranı olan, hayır bu hafif kalır,  manyağı olan bir genç. (Bu arada Gaurav da Shahrukh'un kendisiymiş, her çekim öncesi 4 saatlik bir makyaj harikası). 

   Sanatçıların benzerleri yarışmasında ödül alıyor ve  ödülünü  Aryan'a sunmak, fotoğraf çektirmek, abi ben sana hayranım, bir imza be güzel abim demek için Delhi'ye yola çıkıyor.


   Aryan'la görüşebiliyor mu peki?  
Görüşmek ne kelime, adamın burnundan getiriyor, ünlü olduğuna pişman ediyor. 

 Aryan'ın "Benim hayatım, benim zamanım. Neden sana beş saniyesini vereyim ki?" cümlesiyle Gaurav'da film kopuyor. 
(Ne kadden zalım bir Aryan)
    Vay sen misin bunu diyen! Şimdiye kadar ben senin peşinden koştum. Bundan sonra sen benim peşimden koşacaksın! 
  Filmin bütün aksiyonu burda başlıyor. Sözünün eri Gaurav, Aryan'ın ününü dibinden sıyırıyor, hafakanlara gark ediyor.


  Heyecanı, koşturması bitmeyen bir film ama ben yer yer duygulandım, acıdım Gaurav'a. Özellikle son sahnelerde. Aryan'a ise hep kızdım. Bir özür dile, razı çocuk. Yok... Soykası batasıca hoşşik.

 Peki savaşa dönüşen bu oyunu kim kazanıyor? Aksiyonun bittiği dramatik nokta burası... İkisi de kaybediyor.



  Hulâsa-i kelam film özetle diyor ki, biz fanlar olmadan siz ünlüler bir hiçsiniz! 

Doğru söz vesselam... ❤










Kişisel Blog Yazarları Ne Düşünüyor?





  Sevgili Simurg'un Kalemi ve Bir Kısanın Günlüğü  beni م lemişler.
Kendilerine şükranlarımı sunarak, icabet etmek elzemdir hissiyatıyla cevaplıyorum.


Blogla tanışmam nasıl oldu?

  İçimdeki acil yazmam gerek dürtüsüne daha fazla karşı koyamadım. Blogumu cep telefonumdan bir günde açtım. (Biraz baş ağrısı, birkaç fincan kahveye mâl oldu) 


Neden blog yazıyorum?

   Azizim benim blogum, böyle nasıl desem kımıl kımıl (gezi), yumuş yumuş (kitap), tatlış tatlış (film) şeylerle ilgili. 
 İstiyorum ki masal dünyamda herkes mutlu olsun. Bu yüzden blogumun bir nömreli prensibi ezici, üzücü, bozucu mevzuların yer almaması.


Yakın çevremdeki insanlara bloğumdan bahsediyor muyum?

  Duymayan az kişi kalmıştır, herkese hunharca anlatıyorum. Yetmiyor yazılarımı gönderiyorum. (Psikolojik baskı mı, tabi ki hayır. Şirin ısrar taneleri).


İlk yazım ile son yazım arasında ne gibi farklar var?

   Tanıtım yazısı idi, kaldırdım sonra. Son yazım dizi yazısı. Tarzım aynı (Alışılıyor korkmayın).


Blog yazmak yaşantıma neler kattı?

 Yeni yeni şeyler öğrendim, öğreniyorum. Yazılarımdaki yorumlar faydalı olduğumu hissettiriyor.  Mutlu oluyorum. 
  Blog alemini samimi ve kaliteli buldum. Bir de telefonumun şarjı daha çabuk bitiyor.


Diğer blog sahipleri ile iletişim kuruyor muyum?

   O nasıl lakırdı, tabi ki.
Yüz yüze olmadı henüz ama benim parmaklarım korkak değil,  üşenmem gül gibi yazarım yorumlarımı. Konularımdaki yorumlarla da güzel bir iletişim kuruldu. Daim olsun inşallah. 


Hangi kaynaklardan ilham alıyorum?

  Konularım bana özgü. İnternete girip de ne yazsam demiyorum. Bu benim masalım.


Rahatsız olduğum bir konu var mı?

  Yaklaşık 5 aydır buralardayım, şimdilik yok. Olursa söylerim.


Yakın arkadaşlarıma blog yazmayı önerir miyim?

   Bittabi... 
Herkes yazsın, coştursun. Lakin millet çoluk çocuktan başını kaldıramıyor. 
 Bebek gazından, uykusundan, iştahından konu edebiyata, sanata gelemiyor bir türlü. Ya işte ben de hepsini mütebessim, başımı sallayarak dinliyorum (Napcan hayat).


   Velhasıl azizim sık sık bloguma uğrayın, iyi gelir...




Doğu ve Karadeniz 1


AZ DEĞİL, UZ GİTTİK 


    6 günde 14 şehir!
Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan, Artvin, Rize, Trabzon, Giresun, Samsun, Sinop, Kastamonu. 

   Evet öyle bir delilik yaptık. 
Uyku ve yemek dışında hep hareket halinde olursanız birçok şehri sığdırabiliyorsunuz. 




  Amasya'dan başlıyoruz. İkinci gidişimdi. Bu sefer gece de görmüş oldum. Meyveli dondurma ve rüzgar eşliğinde nehir kenarı yürüyüşü pek güzel idi. 
   Kayalara oyulmuş mezarları her ne kadar merak ettiysem de grubun geri kalanı "git allasen daş işte" diyip beni yalnız bırakınca tarkanlık yapmayayım dedim. 



  Nehir boyunca eski otantik evler var. İçinden ağaç çıkan bir evi ağzı açık hayran seyrederken ev sahibi teyze, (Sıkıntıları vardı herhal) "oyy benim derdim bana yeter bunlar resim çekiyor" diye söylendi arkamızdan. Ahanda o ev.



 Şehzadeler şehri Amasya. Hatta biz oradayken nehir boyunca sarılı heykeller vardı. Ertesi gün açılacaktı. Biri de selfie çeken şehzade heykeliymiş. 
  Açıldığını göremeden ayrılmıştık şehirden. Ve tabi aynı gün şehzadenin telefonunu kırmışlar. 
 (Heykelin kendisi kadar, kırılması da ilginç. The original ülkeyiz vesselam)




  Amasya kalesine çıkıp şehre çok yüksekten bakmak, devasa Türk bayrağının gölgesinde dinlenmek çok güzeldi. 




  Ferhat ile Şirin de Amasya'nın çıkışında kalıyor. Deldiği dağın üstünde heykelleri, altında ise mezarları var. 




   Tokat'a da ikinci gidişimdi. Mevlevihane ve çok güzel kebap bulduk. (Töbeee aklımda bir tek bunlar mı kalmış...)
Handan pek güzel taş baskılı şallar aldım. (Şal severim ben, pamuklu şal).





  Sivas, görkemli Gökmedrese, yöresel kahvaltı arayışları ve bol peynir çeşitli kavurmalı bir kahvaltı. Ulu Cami ziyareti. Tarihten çıkıp geleydi ecdad dedim, hissiyatı hangi minvalde zuhur ederdi acep? (Tarih dedim gene dilim değişti) 
Telefonumun hafızası şişmanlayınca bazı resimleri silmek durumda kaldım. Bu kısmı hayal ediverin gari.


  Erzincan... Az katlı apartmanlarıyla doya doya gökyüzüne bakacağınız bir şehir. Ve tabi Terzi Baba türbesi. Pek de güzel bir sözü var idi girişte. "Vallahi dünya için Allah demem" İster istemez soruyor insan. Ya ben?




   Bir insanın İstanbul'da yıllarca yaşayıp da görüşemediği bir arkadaşıyla Erzincan'da buluşma ihtimali nedir iki gözüm? O da bana rast geldi. Pek âlâ...
 İki fincan dibek kahvesi eşliğinde, hızlandırılmış keyifli bir muhabbet. (İnsanoğlu kuş misali sözünü uygulamalı kanıtlamış olduk).

 Erzurum'a doğru yola çıkarken kocaman, kırmızı bir halı gibi gelincik tarlası bulduk.








 Memleketine yıllar sonra giden bir Erzurumlu. Bizim sülale Karabük ve Bursa'da ikamet ettiğinden, gitmek için sebebimiz yoğudi. (Geliyor dadaş language) Embele ele güzel, ele möggem şeher ki, desen Paris. Yuhu vaktine kadar gezdik.




  Ulu Camisi muazzam, bize rehberlik yapan imamıyla ayrıntılı bir şekilde görmüş olduk. Minberin üstündeki küçük camlardan giren güneş ile namaz vakti tayini, kırlangıç yuvası kubbesiyle nemden korunma, doğal akustik, sütunların paralel değil eğimli yapılmasıyla depreme dayanıklılık...
  Ve daha pek çok şey. Ecdada bir kez daha hayran kaldık.




   Nene Hatun mezarı ve kalıntılar ise şehre nazır bir tepede. Dünya ne koca insanlar görmüş...







  Cağ kebabı ve kadayıf dolmasını es geçmeyeyim.
  (Ay nasıl bir yiyiş! Gız anam heç et yemediz mi dedirten bir görmemişlik).
Kutu kutu lor  alışverişi. En küflüsünden, yummy!



Kaldı 9 şehir. 
Devamı gelecek inşallah...

Yollar güzel, maceralar güzel ve senin blogumda olman da güzel azizim... ♥ 

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...