cesaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cesaret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

‘’Ne Zaman Büyüdüğünde Olmak İstediği Kişi Olamayacağını Anlayacak ‘’


Dünyanın en zor şeyi sizce ne ?
Ben benim listemi yazmayacağım ama siz kendi listenizi bir gözden geçirin.
Galiba dünyanın en zor şeyi ‘’umut etmek ‘’
Yaşı ya da yaşanmışlıkları belli bir standarda ulaştığında hepimizin kavradığı gibi dünya aslında mutluklarla ve şen kahkahalarla dolu bir yer değil.
Alice’in harikalar diyarına çıkaracak beyaz tavşan da yok ormanlarında bu dünyanın.
Dünya tepeden tırnağa mutsuzluğa bulanmışlarla ve o mutsuzluk içinde üç beş mutlu an yaratmaya çabalayanlarla dolu.
Listelerle,
yapılacaklarla,
yanlışlarla,
kararlarla,
zalimlikle .. dolu.
Kötü filmlerin senaryolarındaki tamamen kötü yan karakterin evin küçük kızının bebeğinin kafasını koparması gibi, tamamen zalim  düzen umutlarımızın kafasını koparıp
‘’ Tamam artık tamamen mutsuz olmaya hazırsın, geride kaldı o mutlu olmaya dair içinde umut barındırdığın günler. Sen artık bir yetişkinsin.’’ diyor.
Elinde kafası kopmuş bebeği ile kalan onlarca umudu kırık yaşlı  çocuk…
Kalplerinde tüm vazgeçmişliklerinin, mutsuzlukların hıncı, gözlerinde bir yetişkin kadar umutsuz kalmış olmanın ahmak gururu, ellerinde doğrular ve yanlışlar çetelesi ile yetişkinler çetesi.
Havada uçuşan öneriler,yargılar,kararlar ….
Kanında dolaşan sıradanlığı,korkaklığı kendinden olana miras bırakmaya nasıl da niyetliler…
Olur da içlerinden bazıları devam ederse, vazgeçmezse, kaybetmekten korkmadan , korkusuna yenilmeden başlamaya cesaret ederse dillerinde, gözlerinde, ruhlarında amalı,zatenli cümleleri...
 
 Dünyanın en büyük hakareti gibi bilgisayarımın ekranında beliren dünyanın en acımasız repliği ;
  ‘’’Ne zaman büyüdüğünde olmak istediği kişi olamayacağını anlayacak bu kız ‘’


Dünya sahiden de  mutluluklarla ve şen kahkahalarla dolu bir yer değil
                  ve
Alice’in harikalar diyarına çıkaracak beyaz tavşan da yok bu dünyanın ormanlarında.
Keşke dünyanın bütün köşe başlarına üstünde ’’Yol açın, deneyecek, yanılacak, yaşayacak var ‘’ yazan bir tabela asabilseydik.
  Belki o zaman içimizin gereksiz kalabalıklarını aşmak daha kolay olurdu, kızlar ve erkekler birilerini büyüdüğünde olmak istedikleri kişi olacağına ikna etmek yerine, büyüdüğünde olmak istediği kişi olabilmek için uğraşmaya daha çok vakit ve enerji bulurdu.
Keşke asabilseydik o tabelayı dünyanın bütün köşe başlarına..
 Çekilin yaşayacak var !!!



Aynalar Diyarı

Aynalar Diyarı
Aynalar diyarında ıssızlar sarayında varmış güzel bir prenses. Heybetli mi heybetli bir kralla biraz zavallı olan kraliçenin güzel kızlarıymış. Güzel dememize bakmayın varmış kusurları işte bundandır ki küsmüş aynalara.

Aynalarsa onla dost olmak için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Bazen bir hizmetçinin elinde ona gözükmeye bazen de babasının elinde onla konuşmaya çalışıyorlarmış. Ama nafile işte, prensesimiz bir kere küsmüş bu dost aynalara.

Ona dost ne demek; düşmanlarmış. Çünkü onun kusurlarını direkt yüzüne gösteriyorlarmış, büyük bir cüretle. Annesi de kaçırırmış aynalardan onu; zavallığından dolayı kusursuz yetiştiremediği prensesini.

Babaya ne demeli; kızı güçlü olsun diye sürekli aynaları kızının dibine koyarak işte sen böyle kusurlu bir insansın dermiş sürekli. Prensesimiz kusursuz olması gerekirken, aynalarla kusurları arasında kalakalmış koskocaman sarayın içersinde.

Çok mutsuzmuş. Ama çok. Acı da çekiyormuş. Acıları kusurlarını,kusurları acılarını büyütürken, o da onların arasında yaşamaya çalışıyormuş. Bir yandan birşeylerin olmasını ve kurtarılmasını bekliyormuş. Bunun içinde her gece dua ediyormuş.

Peki ya aynalar; prensesleriyle barışıp onu ömür boyu mutlu kılabilmek için, onlar da tüm güçlerini toplayarak dua ediyorlarmış. Prensesimizin duası,aynalarımızın duası öyle bir güç oluşturmuş ki; Aynalar Diyarı’nın baş perisi, Ayna Perisi kendini birden prensesimizin başucunda buluvermiş.

Sormuş prensesimize; niye küstüğünü aynalara. Prensesimizde, hadlerini bilmeyen aynaların, küsmeyi hakettiklerini söylemiş, periye. Aynalara çıkışmış peri;nasıl bir cüretle koca krallığın mükemmel prensesine hadsiz davranabildiklerine dair.

Aynalar da yine büyük bir cüretle prensese dönerek,”Hadsizlik duygusu değil bizim sana vermek istediğimiz; kusurluluğun kusursuzluğu hissini vermek istedik sadece.”

Prenses pek birşey anlamamış. Prensesin tek bildiği kusurluysan prensesliği haketmediğinmiş. Bunu söylemiş, ısınmaya başladığı aynalara.

Yüzleri gülmeye başlayan aynalar da;”Bize daha dikkatli bak. Biz sadece çerçevelenmiş bildiğin aynalar değiliz. Anneniz, babanız, hizmetçileriniz; etrafındaki herkesiz. Onların kusurları var ya işte biziz onlar. Sen bizi reddettikçe biz büyüdük ve sarmaladık seni. Çünkü sana göstermek istedik kusursuzluğun kapısını açan anahtarın kusur olduğunu. Kusurlarındır sana güçlü olmayı, mücadeleci olmayı, istekli, komik olmayı öğreten. Bizi reddetmeye devam ederek, asıl büyük cüretkarlığı sen gösterip, acılı prenses olmaya mı devam edeceksin yoksa hala?” diye prensesi uyarmaya çalışmışlar.

Prenses bir mum yakmış, aynalara iyice yaklaştıktan sonra. Burnuna bakmış; şimdiye kadar büyüklüğünden şikayet ettiği burnuna. Bakmış bakmış ve anlamış ki; yüzüne o sempatikliği veren, asıl o koca burnuymuş.

Dudaklarına bakmış; inceliklerinden, küçüklüğünden dert yandığı dudaklarına. Onlar da birden gözüne kibar, narin, tatlı, hoş gelmeye başlamış. Sonra gözlerinin tam içine; ruhuna giden yola doğru bakakalmış. Bakmış bakmış ve ruhunu görmüş. Ruhunda da prensesliğini görmüş. Anlamış ki ister kusurlu olsun ister kusursuz, o prenses olmak için doğmuş bu dünyaya.

Kusursuzluk da işte tam buymuş; ne olduğunu bilip kabul etmek.

Otuz Kuş

Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış); Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; "SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...