avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İç Ses - 19

Özlemek ..
Herkes yani özleyen kişi dışındaki herkes özlemenin alışmakla, bir düzen kurmakla ilişkisi olduğunu söylüyor. En azından benimkiler öyle söylüyor.
Oysa özlemek alışmanın dışında bir durum . Ben de bilmiyor muşum aslında. Özlemeyi nedense güçle, güçlü olmakla ilişkilendirmişim. Akıllı ve güçlü çocukların özlememesi , özlemini ifade etmemesi gerektiğini düşünmüşüm. İlk günlerdeki özlemimin içinde - itiraf ediyorum ki - biraz da utanma vardı. Yapmak zorunda olduğum şeyi yapamamışım gibi hissediyordum. Özlememem gerekiyormuş ama ben özleyerek - hem de daha ilk günden başlayarak- anlaşmayı bozmuşum gibi.
 Şimdi durum  biraz değişti. İçimdeki özleme hali diğer bütün duygulardan arındı daha yalın ve daha gerçek bir özlemeye dönüştü. Bu özlem fiziksel olarak yaşayamamak değil, mental olarak kendini kaptıramamak. Kaptırmak zorunda kalmış olsa da bunun asla tam manasıyla gerçekleşemeyeceğini anlamak. ( Burada devreye Almancılar giriyor ki o konuda da söylemek istediklerim var.Bir ara..  )
 Tabi bir de çağımız tepeden tırnağa etiket çağı olduğundan, eğlenceli,  karizmatik duygu ve durumlar dışında kalan şeylere karşı ‘’ Yo yo yo….  Öyle düşünme, ciddiye alma, ya daha gençsin bunlara takılma .. ‘’diyen akıl hocaları da oluyor etrafta. Belki de olumsuz olan her şeyin hızla  yapış yapış bir acıtasyona dönüşmesi bu tavrı destekleyen bir detay. Bilemiyorum. Herkesi bir dakikalık ağlama törenine de davet etmiyorum. Söylemeye çalıştığım şey, başlangıç noktası aynı olan  yolculuklar  hiç bir zaman aynı seyretmiyor. Ben bu değişim sürecinde içimdeki özleyebilme gücüyle tanıştım mesela. ( Belirtmeden edemeyeceğim iyi özleyebiliyormuşum, gayet çokmuş bende :) )
Bazen durup dururken, bir sesle, bir duyguyla ya da bir kokuyla   zihnimde filmlerdeki gibi zamanda geri dönüşler oluyor mesela. O dönüşlerden  birinde yıllar önce okuduğum bir otobiyografi kitabını hatırladım. Yazarı siyasi karmaşa yıllarında Türkiye’den sürülmüş ve soğuk kuzey Avrupa’da yaşamak zorunda kalmış. Okurken zihnimde yalnızca estetik bir kare belirmişti, bir film sahnesi gibi. Kuzeyin karanlık ışıları, puslu karlı kayınlar… Şimdi ise yazarın anlattığı daha sonra da bestesini  yaptığını o duyguya karşı gerçek bir empatiye sahibim. onlarca yazar, onlarca sanatçı, onlarca şair…
 Yolu belki kaderle, belki kederle buraya düşen her Türkiyelinin gözünde o empatiyi görüyorum. Sınırların devlet eliyle yasaklanmamış olması, onların içindeki sürgünlüğü ve özlemi dindirmiyor. Belki farkında değiller ama hepsinin gözünde Nazım’ın anlattığı karlı kayın ormanlarının sisi var. Özlemek deyine şöyle bir iç geçiyorlar…
  Yurdundan  uzak olmak, bir daha büyüdüğü güneşin altında yürüyemeyecek olmak sahiden ölümcül bir duygu. Ve bu duygu da tıpkı aşk gibi birbiriyle hiç alakası olmayan iki insanı aynı noktada buluşturabilir.
  Bir ülkeyi başka bir ülkeye bağlayan etrafı yemyeşil otobanda ilerlerken hiç tahmin etmediğin bir anda , arabadaki  uzun yol cdsinin içinden yayılan Ahmet Kaya’nın sesi değil, işte bu ortak duygudur aslında.

Özlemle ….




İç Ses - 18

Üç sene önce yine başka bir ülkede, hisleri benimkilerden çok farklı insanlarla bir aradaydım.  Dünyanın yalnızca Amerika’dan ibaret olduğunu zanneden o insanların arasından bakmıştım, kendime, ülkeme, hislerime, zamana, mesafeye, geçmişe, geleceğe…
 Orada beş kız bir evde kalıyorduk. Çalıştığımız tatil parkının içinde, amaca hizmet eden, pratik bir prefabrik evdi.
Biz -bahar.mu ile birlikteydim- sonra gidenler olduğumuz için en küçük odaya geçmiştik. Üç aya yakın bir süre orada, kapısından baktığında yemyeşil bahçenin ve mavi gökyüzünün görüldüğü o evde yaşadık. Bahçeden ceylanlar, tavşanlar geçerdi zaman zaman. Daha ikinci sınıf öğrencisiydim -üniversitede tabi- ilk defa yurt dışına gidiyordum. Büyük çabalar sonucu gerçekleşmiş bir fırsattı. Birbirinin aynısı gibi geçen onca günün ardından benim için imkansızmış gibi görünen şehirleri, sokakları gezdim.On günlük seyyahlık kısmının ardından, sanırım 21 Eylül’dü -Suzikonun doğum günüydü - İstanbul’a döndük.

Bugün bu hikayenin üstünden üç sene geçmişken ben yeni bir hikayenin içinde yuvarlanıyorum.
 Yine ucunda, başladığı yerde  büyük fedakarların olduğu bir hikaye.Bu sefer aslında aileme, yaşadığım dünyama, arkadaşlarıma, hayatıma çok da uzak olmayan, sokaklarında sıklıkla ana dilimi duyabildiğim ıslak bir Avrupa şehrindeyim. Küçücük bir odam var. Odamın penceresinden komşularımın pencereleri bir alıcı direği ; sisli, gri ve ruhsuz bir gök var. Üniversite öğrencilerinin katıldığı kültürel ve akademik değişimi ve paylaşımı hedefleyen bir programla geldim. Başkalarının ne hissettiklerini anlayacak kadar çok yaşamaya sabrım yok ama belki başka insanların ne düşündüğünü anlayabilecek kadar öğrenirim ortak dili diye düşünerek geldim.
  Beni en az ben kadar düşündüğüne emin olduğum insanlar sayesinde de kaldım bu ıslak şehrin ıslak sokaklarında.
   Şimdi küçük bir odam, tam karşı evimde kocasını dışarı uğurlarken dudaklarından öpen yaşlı bir komşum, bıraktığı kaosunu özleyen bir gönlüm ve her şeye rağmen sabretmemi ve kulaklarımı hikayeden yana açmamı söyleyen bir zihnim var.
Bir de hiç dinmeyen huysuz bir yağmur...
     
 
   17/10/2015

Islak bir cumartesi sabahı  




ZAMANIN HUYUDUR GEÇER


Zamanın huyudur geçer.
İnsanın huyudur alışır.

 Alıştığında her şey geçer, alışamadığın her şey kalır. 

Zamanın içinden geçerken üstümüze yapışan alışamadıklarımızdır.Bize şekil veren, sağımızı solumuzu yontan, kalbimizi oyan, ruhumuza portakal ağaçları eken her şey alışamadıklarımızdır.
 
Oysa hep alışacaksın deriz birbirimize.

 Korkma !

 Şimdi en çok duyduğum kelime alışmakken ben ne çok şeye alışamadığımı fark ediyorum.
 Ne annem, ne babam , ne kardeşim, ne anneannem, ne dostlarım, ne  İstanbul benim günlük hayatımın alışkanlıkları değilmiş. Hayatı benim hayatım yapan kıymetlilermiş.
  Gelmeden önce az çok biliyordum aslında, başka bir ülkede başka insanların arasında kök salamayacağımı.
  Seni kimsenin tanımadığı bir şehrin sokaklarında saçmalamanın aslında özgürlükle ilgisi yokmuş. Özgürlük kendi sokaklarımda istediğim gibi olabilmek, şarkı söyleyip dans ederek dolaşabilmekmiş.
  Şimdi zaman geçiyor.
  Hava soğuyor.
  Ben bir hostel odasındayım ve gözümün önünde Eminönü-Üsküdar vapurunun kalabalığı var.  
  Dışarıda kendimi ucuna teğellenmiş gibi hissettiğim hayat akıyor.
  İnsanlarla sohbet ediyorum, aklımla kalbim arasındaki mesafeyi ölçüyorum.
Konuşarak susuyorum.
  Zaman geçiyor.
 Havalar soğuyor.  
 Sonbahar bu şehrin sokaklarında yaprak olup uçuşuyor.
  Ben kendime, hayatıma, alıştıklarıma ve alışamadıklarıma soğuk bir Avrupa şehrinde hikayeler yazıyorum …
.

  

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...