çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

‘’Ne Zaman Büyüdüğünde Olmak İstediği Kişi Olamayacağını Anlayacak ‘’


Dünyanın en zor şeyi sizce ne ?
Ben benim listemi yazmayacağım ama siz kendi listenizi bir gözden geçirin.
Galiba dünyanın en zor şeyi ‘’umut etmek ‘’
Yaşı ya da yaşanmışlıkları belli bir standarda ulaştığında hepimizin kavradığı gibi dünya aslında mutluklarla ve şen kahkahalarla dolu bir yer değil.
Alice’in harikalar diyarına çıkaracak beyaz tavşan da yok ormanlarında bu dünyanın.
Dünya tepeden tırnağa mutsuzluğa bulanmışlarla ve o mutsuzluk içinde üç beş mutlu an yaratmaya çabalayanlarla dolu.
Listelerle,
yapılacaklarla,
yanlışlarla,
kararlarla,
zalimlikle .. dolu.
Kötü filmlerin senaryolarındaki tamamen kötü yan karakterin evin küçük kızının bebeğinin kafasını koparması gibi, tamamen zalim  düzen umutlarımızın kafasını koparıp
‘’ Tamam artık tamamen mutsuz olmaya hazırsın, geride kaldı o mutlu olmaya dair içinde umut barındırdığın günler. Sen artık bir yetişkinsin.’’ diyor.
Elinde kafası kopmuş bebeği ile kalan onlarca umudu kırık yaşlı  çocuk…
Kalplerinde tüm vazgeçmişliklerinin, mutsuzlukların hıncı, gözlerinde bir yetişkin kadar umutsuz kalmış olmanın ahmak gururu, ellerinde doğrular ve yanlışlar çetelesi ile yetişkinler çetesi.
Havada uçuşan öneriler,yargılar,kararlar ….
Kanında dolaşan sıradanlığı,korkaklığı kendinden olana miras bırakmaya nasıl da niyetliler…
Olur da içlerinden bazıları devam ederse, vazgeçmezse, kaybetmekten korkmadan , korkusuna yenilmeden başlamaya cesaret ederse dillerinde, gözlerinde, ruhlarında amalı,zatenli cümleleri...
 
 Dünyanın en büyük hakareti gibi bilgisayarımın ekranında beliren dünyanın en acımasız repliği ;
  ‘’’Ne zaman büyüdüğünde olmak istediği kişi olamayacağını anlayacak bu kız ‘’


Dünya sahiden de  mutluluklarla ve şen kahkahalarla dolu bir yer değil
                  ve
Alice’in harikalar diyarına çıkaracak beyaz tavşan da yok bu dünyanın ormanlarında.
Keşke dünyanın bütün köşe başlarına üstünde ’’Yol açın, deneyecek, yanılacak, yaşayacak var ‘’ yazan bir tabela asabilseydik.
  Belki o zaman içimizin gereksiz kalabalıklarını aşmak daha kolay olurdu, kızlar ve erkekler birilerini büyüdüğünde olmak istedikleri kişi olacağına ikna etmek yerine, büyüdüğünde olmak istediği kişi olabilmek için uğraşmaya daha çok vakit ve enerji bulurdu.
Keşke asabilseydik o tabelayı dünyanın bütün köşe başlarına..
 Çekilin yaşayacak var !!!



HADİ HEP BİRLİKTE

'' Sesler ve koku olmasaydı hissetmelere ne olurdu ?
   İnsan neyle yaşar , bir düğün alayından gelen neşesi ritminde o sesle mi, fırından yeni çıkmış ekmeğin el yakan kokusunda mı ?
İnsan ne ile yaşar ?
  Gökyüzünde kocaman  fincanımdaki dört duvarı telve haneme doğamayan bir ay.
Sesini duyabileceğim mesafede bir düğün kurulmuş . 

  Düğünden dönen hepsi kadın bir grup geçti biraz önce bütün balkonlarımın  altından. 
  Yüzlerini görmediğim komşular sol çaprazdaki evin önünde çekirdek çitliyor. 
  Çıt, çit, çıt ...
  Duyguların kokusu mu var sesi mi acaba ?
  Tam şu an yanmış ekmek kokusu mu hissettiğim ?
   Detone mi oluyor ruhum ?
   Peki sonuç olarak

      insan ne ile yaşar ?  ''


diye sormuştum bir  Ağustos akşamı. Eylülden haberim yoktu, olacaklardan, acı çekmekten, dert edinmekten utanacak kadar kapkara bir kederin içine düşeceğimizden haberim yoktu. Aklımın tamamen durduğunu hissedeceğimden, kalbimin sadece endişeyle atacağından haberim yoktu. Oysa kişisel kederlerimizden utanacağımız kafi miktarda neslimize ''miras keder''imiz vardı. Ama dahası olamaz ki tesellisine kapılmıştım bende hepimiz kadar. 
 140 karaktere sığacak bir haberin içindeki dehşetin yüz binlerce insana yetecek ağırlığına tanıklık ediyoruz şimdi. 
       Kendi kişisel dertlerimden utandığım bir sabahta okuduğum kısa bir yazı yeniden yeniden yeniden diye bangır bangır bağırıyordu. Yeniden dönecek dünya, unutarak değil, mücadele ederek devam ederek vazgeçmeyerek başaracağız. 
      Ben de size o yazı eşliğinde  çok severek, çok okuyarak ve çok çalışarak başaracağız demek istiyorum. 
     Hadi hep birlikte...
     Yeniden ..
     Unutarak değil mücadele ederek 
     Çok çalışarak 
     Hadi hep birlikte ...



* Bu bir tenis kortu. Daha doğrusu, tenis kortunun duvarı.Sırbistan 90’lar. O zaman hâlâ Yugoslavya var. Ama ülke dağılıyor, Müslüman-Hıristiyan birbirine girmiş, Avrupa tarihinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kanlı savaşı, en büyük toplu katliamları gerçekleşiyor. Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar birbirinin kanını içiyor adeta. Evler basılıyor, sniper’lar masum kadınları vuruyor, gece gündüz ağır bombardıman altında kentler var. Kim haklı kim değil’e girmem. Savaşta kazanan yok. Haklı haksız da yok. Savaş savaştır ve herkes için yıkımdır. Benim lafım başka.Yıl 1993. Küçük bir çocuk o dönem işte bu kortta tenis oynuyor. Etraf yıkılıyor, herkes can derdinde… Ama bu çocuk ve bir sürü arkadaşı bu korttalar. Hocaları onları çalıştırıyor. Anne babaları onları bu korta getiriyor. Her gün bombalar iniyor ama hayat devam ediyor.Kortun duvarındaki silah izlerine bakın. Gece bombardıman, gündüz tenis. Hayat buydu.Eminim o zaman bir sürü insan şöyle diyordu: “Biz burada can derdindeyiz, siz orada tenis oynuyorsunuz, vay duyarsızlar…” “Burada kan akarken, siz orada tenis oynuyorsunuz ha… En kolayı vazgeçmek böyle durumlarda. Mücadele edeceğine vazgeç, kapıl rüzgâra, oh ne rahat. Anne babalar vazgeçebilirdi ama geçmediler. Hocalar bırakıp gidebilirdi, gitmediler.O günlerde o kortta oynayan yetenekli bir çocuk vardı. Savaş devam ederken 1993 yazında altı yaşındayken keşfedilmişti. Yeteneği o zamandan belliydi ve çalışması gerekiyordu. Savaş başladığında “Hayat dursun, tenis de neymiş” demediler. Aile aylar boyunca geceyi evlerinin bodrumundaki sığınakta geçiriyor, gündüz hayata devam etmeye çalışıyordu. 14 yaşında uluslararası kariyerine başladı. Bugün dünyanın bir numaralı tenisçisi kendisi. Adı Novak Djokovic o çocuğun.Savaşlar, terör, krizler geçiyor gidiyor, peki sonra geriye ne kalıyor? İnsan. Biz geleceğimizi, barış ve mutluluk günlerimizi inşa etmeye çalışmak yerine bütün gün bilgisayar başında çemkiren, kısır gündemin esiri bir ulus olduk. Bir şey yapmalı, artık bu böyle olmaz diyenlere sözüm İşinizi yapın. Ve iyi yapın. İşinize dört elle sarılın. İşinizi sevin. En iyi olun.Taşla sopayla değil, parayla pulla değil, bilgiyle, eğitimle, sevgiyle, tutkuyla! #mehmettez


* kaynak, instagram.com/neslihanyesilyurt/




Çünkü...

Çünkü aslında korktuk sevmekten...

Lakin dualar ediyorduk mutlu bir ömür için.... Gelince, gülünce, sevince dört yanımızı huzur sardırabilendi  beklediğimiz... Yansın istedik içimiz, şükretmekti dilediğimiz. Kaderimizde yazılı olanla geçsin biçilen ömür, el ele gönül gönüle.... Vedalara veda edelim... Şarkılar söyleyip yazalım kalbimizin tek sahibine....

Çünkü yorgunduk ezelden...

Öncekilerden, önceliklerden... Sorumluluk zor işti, sorumsuzluk gibi bir seçenek de varken. Yaşanmışlıklar adasına sıkışmıştık, teknemiz yoktu, yelkenimiz yoktu... O adaya düşerken yanımıza alacağımız üç şeyi de almamıştık... Eeee biz zaten o adaya düşmeyi aslında hiç planlamamıştık.

Çünkü yaralıydık derinden...

Dünlerimizden, bugünümüzde olanlardan, yarınımız olacaklardan. Düştük, kaldırmak isteyen elleri tutamadık; tam kalkacakken bırakıverir diye. Sendeleye sendeleye kendi emeklemelerimizle öğrendik yürümeyi yaralarımızın kurumayan kanlarını el yordamı ile sile sile.

Çünkü güvenemezdik yeniden....

Önce yapamayız sandık. Alıştık sonra, öyle alıştık ki kendi kendimize başarabildiklerimize;  güvenmeye çalışarak geçecek vakte acıdık. Tek güvendiğimiz kale kendimize sığındık.

Çünkü çocuktuk hala...

Anne-Babamızın kanatları ile uçuyorken, bir uçurumdan aşağı salıverdik kendimizi elbet havalanırız diyerek. Bitmedi evcilik, bitmedi sonu mutlu oyunlar. Prenses olduk, gelin olduk, anne olduk... Sığındık tuğlaları gülücüklerden örülmüş evlere. Yemeğimizi aşka pişirdik, kahkakalar ile şenlendirdik sofraları ve uykulara huzurla yattık; melek kanatlarından yapılmış yatakların içinde.

Çünkü benim hala umudum var...

Nefret kuşanmış kalplere inat sadece severek...

Çünkü ben daha önce hiç vazgeçmedim!!!


Özledim...

9 ay 10 gün... Bir mucizenin tanığı olunan zaman... Bir küçük zerreden, nefese uzanan... Sonrası ömür işte, sonlanacağını bilerek mücadele içinde devam ettiğimiz ve hiç bilemediğimiz...

Kızım doğdu önce, çok geçmedi babaannem öldü... Masal'a ördüğü patiği yarım bıraktı, birkaç saat önceydi, birlikteydik... Sonra gitti... Issız bıraktı bir katı, bizim evde bir köşeyi, babamı öksüz bıraktı... Unutmadık hiç ama, alıştık işte... Ardarda döküldüm, kırıldım ben, değişti herşeyim...

Bir yaz akşamı, telefonum çaldı... Anlamıştım ama inanmak istemedim... Annemin küçük dağı, kardeşimin herşeyi, kızımın büyükannesi, duacım, anneannem, öylesine canım acırken beni duasından mahrum edemezdi ki... Bitmedi o yol, 29 yıl sürdü... İsteyemediğim helali boğazıma düğüm oldu... Kimse karşılamadı beni, yavrum demedi kimse, anneannem gitti...

Bir koca adam bıraktı geride... Senelerin hayat arkadaşı, dev gibi bir adam, dedem... Sığamadı evlere... Annem aldı getirdi bize, evimiz de o da şenlensin diye... Ne minik torunu, ne biz yetemedik işte...

Çok değil daha yeni; dilinde birilerine beddua, kimilerine dua, gözümüzün içine baka baka, kavuştu karısına... Kimse özlemekten ölmez sanmayın... Annemin evleri yıkıldı, dağları devrildi, kapıları kapandı... 6 ay arayla yitirdi en sevdiklerini, kimse dolduramazdı yerlerini...

Devam ediyoruz... Yitirdiklerimiz, bitirdiklerimiz, kaybettiklerimiz... Direnmek dediğiniz bu... İnadına tutunuyoruz...

Koca koca ömürlerin vedasıydı dizilerden çalınmış hayatımın son bölümleri, başroller gitti aslında figurandım, rol çaldım... Onlarınki romantik komedi tadında, benimki içine bilim kurgu karışmış macera... Onların sonu mutluydu, yattıkları toprağa aşk karıştı... Benimki meçhul...

Vav'dım doğruldum, kendimi Elif sandım... Yandım, soldum, açıldım...

Bir yastıkta kocadı onlar, Cennette buluştu... İçimde bir sızı, kocaman bir yokluk, gözümde yaş bırakanlar, aşka ulaştılar... Onlardaki aşk bana bulaşır ve bendeki aşk ancak birlikte doğmak-birlikte ölmek nedir anlayana yakışır...


Özledim sizi, çok hem de...

Saat bana 5 var... ''YAZ''



Yaz gelsin istiyorum doğrudur... Her mevsim güzel demeyin küserim... Yaz başka!!! O mevsimde doğdum, o mevsimde doğurdum, hep o mevsimde doğruldum... Kışlar bildiğiniz soğuk geçer ben de, aynaya bakasım gelmez... Sonbahar donuk ve yağışlı... Yaprak dökerim... İlkbaharın nazı var... Yer yer mevsim normallerinin üzerinde seyredip hedefe meylederim... Haziran gelince tamam... Temmuz benim cennetim...Ben Temmuz'da başka severim...

Size önerim... Zor değil... Eksilerinizi, eksikliklerinizi, kibirinizi, kininizi, öfkenizi, derdinizi, endişenizi koyun bavula geçtiğimiz kışa yollayın... Yağmur da biter, Mart da, çamur da biter, çamurlu olanlar da çeker gider nasıl olsa... Hazırlanmaya başlayın...

Ben hazır mıyım, daha değil, ama başladım...

Niyetim ciddi...

Bir gün gelecek nasılsa, beklediğimi söylemekten tereddüt ettiklerim.

Nerede, kimde doğduysa, nerede uyuyup, nerede uyandıysa, nerede doyduysa...

Ben bir rüyaya elbet gireceğim... Deniz kokusu üstümde, çiçek açar gülüşüm, Güneşi de yanıma alırım, kumdan evlerimin camlarına pembe panjurlar takarım... Turkuaza boyarım kapılarımı, bahçemde açar binbir renk, ektiklerimle doyarım... Soyunurum eskilerimi, umutlarla yıkarım, yenilerle kuşanır, melek kanatlarından taçlar takarım ❤️❤️

Yolda mıdır, geç mi kalır?? Uzun mudur yol, zaman mı alır??

Arkadaşım, olur da bulursan, ,iki kere tıklatıver kapıyı, ama sessiz sessiz, içerde kızım uyuyor... 1,5 kişilik bir hayat benimki, kalbimin en derininde bir masal duruyor...

Bir de bil, bilmem benden öncesini, fırtına mı, tufan mı, afet mi volkan mı?



Benden sonra sana hergün YAZ....







İyi ki Doğdun Gülse...



Bir arkadaşıma,gülen bir kıza doğumgünü hediyesi bu...

Zamanının çoğunda ama hayatının çok da içinde olamadığım bir arkadaşımın... Yaz dedi bana benim için... Düşünmeye başladım...


Sarı kız,

Senleyken yaşadıklarım, senin yaşadıkların... Bilemediğim çok şey vardı belki ama birden yazmaya başladım...

Şimdi duruyorsun ya ayakta sen inatla, inançla, dimdik...

Annen giderken kanatlarını bırakmış sana, ondan...

Çünkü anneler ölmezler... Kokunu özlerler, gece koynuna girerler... Uykun kaçarsa ninni söylerler... Hiç ummadığın anda aklına düşer, kalbini ısıtır, özlemle öperler... Çocukları ile büyür anneler...

Aynaya bak korkunca, anneni göreceksin, yansıyan görüntü sen değilsin, sen annenin en büyük eseri, tek mirası, annenin aslında ta kendisisin...

Bu yüzden kesişti yollarımız... Bu yüzden gördün sen bir anne nasıl sever... Nasıl seviyorsam ben kızımı, öyle seviyor annen seni... Belki de çoook uzaklardan bunları sana söyleyeyim diye yolladı beni... Dün senin doğumgünün değildi, bir "anne" doğdu dün... İyi ki doğmuş annen... ❤️❤️

İyi ki doğdun....

Kadınlarım...



Masalın kahramanlarını birbir anlatmak gerek, bugünden başlayarak...

Bir yol hikayesiydi başlarken kadınlarımla hikayem... Yer, zaman, neden önemli değildi... Gidebilir miydik denemeliydik... Gittik...

Hayatta her yolun bir amacı var. Kimi yol ayrılığa gebe, kimisi kavuşmaya... 30 küsür senelerdir kavuşamamışız biz meğer... Aynı annelerden doğmadık, aynı sıralarda oturmadık, ilk aşkı beraber yaşamadık, bekarlığa beraber el sallayamadık, mezuniyetleri birlikte kutlamadık... Farklı hayatlardan, başka kalplerden, türlü zamanlardan geçip bir ada sevdasıyla hadi dedik...

Birlikte uyuduk, yedik, içtik, güldük... Size sadece böylesini anlattık, siz ancak böyle bilebilirdiniz!!

Gerçekte ise ben bir boşluğa inandırmıştım kendimi, o boşluktan aşağı düşüyordum... Uçurumun tam kenarında sendelerken onlar tuttu ellerimi... Bi küçük ada meselesi değildi benim ki... Koskocaman dertlerin, kocaman sırların, büyük sorumlulukların, küçük mutlulukların ortağı oldular...

Bir minik kadındım, yola çıkmaya cesareti olan ama yolun başında öylece duran... Yürüyemedim rotam yoktu, yürüyemedim yalnız yürümeyi hiç sevemedim ben, yürüyemedim yüküm ağırdı sendelersem düşen kızım olacaktı...

3 deli kadın giriverdi kalbimden...

Şimdi Kanatlandım, uçuyorum...

Yalancı şahitlerim var, inanmayın, yaşadığım herşeyin tek şahidi, tek savcısı, tek hakimi oldular....

Sizinle her yola çıkarım ben, parasız kalırım, ekmeksiz, işsiz, sebepsiz... Siz olun ki bileyim, yürüdüğüm yolun sonunda "umut" var...

Ben bir minik "anne" , minimini bir elden kocamaaaan severek tuttum, kahramanların bazıları değişir zamanla, birşey değişmeyecek, bizim Masalımızın sonu mutlu bitecek...

p.s. Hayatımda gittiğin için teşekkür ederim eski eşim, sen gitmeseydin gelenlerin kıymetini bilemeyecektim...

Mekan...



Bir küçücük ev kurduk...

Koskocaman evlere sığamayan ben, bir bahçe, iki göz odaya sığındım...

Parça parça çıkardım mazi kokan eşyaları eski evden, dağıttım.. Bomboş duvarlara baktım, anılarla dolu değildi odalar... Aylarca kurduğum, ördüğüm tüm barikatları aşıverdi gözyaşlarım. Kızımın odasında duvarın dibine yığıldım... O gece ben o evden gidiyordum... Ben o gece bir genç kızın en saf hayallerine, ihtiyarlığıma dair düşlerime, eşyalarıma, komşularıma, inandıklarıma, güven duygusuna, evliliğe veda edip; mücadeleye, çok cepheli bir savaşa ve yeni bir eve "merhaba" dedim...

Kırgınlığım, kızgınlığım, pişmanlığım bavulumdaydı maalesef... En zorlu savaşımı onlarla verdim...

Bahçeye geldik oturduk, bir süre yerleşemedim... Kanatlarım kırıktı, ne yapacağımı bilemedim... En son anlarıma şahit olanlar, bırakmadılar hiç bizi.. Evimi, bahçemi, soframı şenlendirdiler... Hep minnettar olacağım onlara...

Ve birgün derin bir nefes alıp kokladım evimi, mum kokuyordu, çiçek kokuyordu... Yeni doğmuş bebek kokusu gibi ilk kokuyordu... Aslında hiçbir zaman olmayan ve olmayacak olan aşkla doluydu... Metrekare hesabıyla ölçülmüyordu huzur, ben ömrümde ilk kez huzurluydum...

Sonra daha çok şeyler gördü bu duvarlar, o bahçedeki masada çok insanlar oturdu... Son 2 senede bu eve çok şeyler gizledim ben... Yazacağım birgün... Yazacağım sırayla...

Geçmiş zaman masallarının mekanı burası... Bir anne ile kızının yuvası... Hayatımdan, soframdan, yuvamdan geçen herkes, sağolun... Can kattınız!!!!

Anne kim??




84 yazında daha fazla dayanamayıp, hadi demişimm Anne, yaşayacaklarım var benim... Aman da en iyi halt etmişim!!! Zatiii onlar da bilselermiş bir melankolik yengeç gelecek dünyalarına kesin vazgeçerlermiş.. Evin her daim deli, asi, inatçı, hatalı üretimiyim ben... Benden sonraki üretimde mükemmele ulaşmak için denek yapmışlar beni... Bkz. kızkardeş. Olamadım işte herkes gibi... İnadım inat, dediğim dedik... Herşeyi de çok bilirim... Ukalanın tekiyim... Kimseye başarılar dilemem... Zaten kazanmayı sizden öğrenecek değilim... Ben olsam benle oynamam, mızıkçıyım... Ama çok ısrar ettiniz...

Ben döndüm, burdayım... Tam olarak nerde kalmıştım??


Devamını da yazacağım....

Yeter ama....




Mutlu olamadım ben bu cevabı görünce... Çünkü altında bir cevap daha var😔😔 Kendime değil, kızıma üzüldüm... Küçücük kalbi kocaman hediyelerle alamazsınız ki, koynunuza alıp uyumalısınız... Varlığınız değil de sesiniz bile mutlu ediyorsa ve kıtkanaat başka bir varlık onu mutsuz ediyorsa, oturup düşünelim... Kimseye düşman değilim, affettim... Kızım için... Bugün anladım ki en doğrusunu yapmışım... Hep mutlu olsun o, tek dileğim... Dünyaya gelmesinin sebebi benim... Benim seçimlerim... Evlilikler biter, Ebeveynlik bakidir!!! Anne olmak doğumdan, Baba olmak öğrenilir... Herkesi sevsin, herkes de onu... Kavgam yok, hırsım yok... Kavgalarda ona yer yok... Ben Masal'ın kahramanı olmaya çalışmıyorum, bizim masalımızda kahramana gerek yok... Yol arkadaşım o benim, biz yazar-biz oynarız... Ama işte küçücük yaa daha o, onun bir başka ele ihtiyacı varsa??? Sırtımda taşırım, kucağımdan indirmem, sarar sarmalarım velakin yetmezse??? Evlenin, çocuklarınız olsun, mutsuzsanız yollarınızı ayırın... O ayırdığınız yolların sonuna kadar hep çocuklarınızla yürüyeceğinizi unutmayın!!! #obirmasal o bana yeter!!!

Bu Belki Son Günündür

Bu Belki Son Günündür Adam, telaşlı, öfkeli bir halde hanımına bağırıp, çağırıyordu. Babalarının sesini duyan iki çocuk ise yataklarından kalkıp salona gelmişti. Babalarının öfkesini görünce, korkmuş, sinmiş halde birer koltukta sessizce oturup kalmıştı. Adam, çocuklara, hanımın üzüntüsüne aldırmadan söylenip duruyordu; -Söyledim değil mi, söyledim. Bu gün toplantı olduğunu, açık mavi gömleği ütülemeni söyledim. “Kahverengi gömlekle gidiversen nolur!”muş. Bu gün sunum yapacağım, karamsar bir görüntü mü vereyim, dinleyenlerin içi kararsın, bu da projeye verecekleri oyu etkilesin! Bunu mu istiyorsun? -Tamam bey, bitti işte. Adam açık mavi göleği hışımla aldı; -Bitti, tabi bitti ama ben geç kaldıktan sonra bitmiş neye yarar. Hanımı çocukların korkmuş yüzlerine baktıktan sonra, yine eşini sakinleştirmeye çabaladı; -Dün bundan da geç çıkmıştın, vakit var, yetişirsin. -Anlamıyor ki, anlamıyor ki. Bu gün sunumu ben yapacağım. Herkesten önce gitmeliyim ki, gelecek önemli konuklara ‘Hoş geldi’ demeliyim. Adam bir sürü söz daha söylenerek, bağırarak çıktı, arabasını çalıştırıp uzaklaştı. Hanımı, direksiyon başında da öfke saçan eşinin halinden endişelendi, “Bir kaza yapmasa bari…” Eşi uzaklaşınca, çocuklarının yanına gidip sarıldı, rahatlatmaya çalıştı. -Madem erkenden kalktınız, hemen size sultanlara layık bir kahvaltı hazırlayıp getireceğim. Mutfağa geçti, zihnindeki huzursuzluğu dağıtmak için hemen neşeli müzikler çalan bir radyoyu açtı. Ocağa haşlamak için yumurta koydu, cezvede süt ısıtmaya başladı. Masaya zeytin, peynir, reçel koymayı da ihmal etmedi. Biraz sonra çocuklarına seslendi -Kahvaltınız hazııır! Çocuklar kahvaltıya otururken, radyoda müziğin birden kesilmesi dikkatini çekti. Son dakika haberi anonsuyla, radyonun sesini biraz daha açtı. Radyo’da zincirleme bir kaza haberi vardı. Ayrıntılarla biraz sonra birlikte olacağız demişti spiker ama kazanın yerini söylediği andan itibaren o sandalyesine yığılıp kalmıştı. Spikerin bahsettiği kaza yeri, kocasının her gün işe giderken geçtiği dörtlü kavşaktı. Eşinin bu kavşaktaki trafikten şikayetçi olduğunu, her sabah yoğun bir trafik olduğunu söyleyişi aklına geldi. “Geç kaldım diye acele edip acaba o da…” Aklına gelen düşünce içini daha da yaktı, hemen ayağa kalktı. -Çocuklar, unutmayın ocağa yaklaşmak yasak. Kahvaltınızı yapıp salona geçin, oynayın. Benim acil bir yere uğramam gerek, kapıyı da kimseye açmayın tamam mı? Çocukları uslu, söz dinler olduğu halde, çok kısa süreli de olsa evde yalnız bırakmak zorunda kalsa tekrar tekrar tembihte bulunurdu. Sokağa çıkmak için üzerine bir şeyler aldı, cebine de bir taksi parası aldı. Kapıya yöneldiğinde kocasının bu kazada ölmüş olabileceği endişesiyle kabaran yüreğine daha fazla dayanamayıp, ağlamaya başlamıştı. Göz yaşlarını çocukları görmesin diye, açık olan mutfak kapısına sırtını dönmeye özen gösteriyordu. İçindeki acının kocasının ölmüş olma ihtimali kadar, giderken kendisini kırması ve çocuklarının önünde bağırıp çağırmasından da kaynaklandığını anladı. Oysa her zaman böyle öfkeli değildi. -Eğer ölürse, çocuklarım babalarını, son gördükleri haliyle mi hatırlayacak? Kalp kıran, öfkeli bir baba olarak mı kalacak akıllarında? Kapıdan çıkarken, çocuklarına bir kez daha seslenecekti ama artık akan gözyaşları saklanamayacak haldeydi. Hemen kapıyı açıp dışarı çıkmak için hamle yaptı ama karşısında kapıya doğru adım atmakta olan kocası vardı. Adam, bir an karısının ıslak yanaklarına baktı; “Haberleri mi dinledin?” diye sordu. Hanımı, konuşamadan sadece başıyla onayladı. Adam, önce sarıldı, sonra eşinin yanaklarını sildi.Hanımı zorlukla sordu; -Hani önemli bir toplantına geç kalmıştın, niye döndün? -Kaza benim hemen yakınımda oldu. O anda toplantıdan daha önemli bir şeyi unuttuğumu hatırladım. Eğer o kazada ölseydim… O anda çocuklar da yanlarına gelmiş, babalarının yine öfkeli olabileceğini düşünerek, annelerinin yanında durmuştu. Adam, bütün içten, samimi gülümsemesiyle çocuklarını yanına çağırdı, boyunlarına sarıldı, yanaklarından öptü. -Ben bu gün büyük bir hata yaptım ve evden çıkarken, sizleri ne kadar sevdiğimi söylemeyi unuttum. Böyle önemli bir şey unutulur mu hiç. Ne yapalım, ben de geri döndüm. Yazan : Ahmet Ünal ÇAM

Aynalar Diyarı

Aynalar Diyarı
Aynalar diyarında ıssızlar sarayında varmış güzel bir prenses. Heybetli mi heybetli bir kralla biraz zavallı olan kraliçenin güzel kızlarıymış. Güzel dememize bakmayın varmış kusurları işte bundandır ki küsmüş aynalara.

Aynalarsa onla dost olmak için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Bazen bir hizmetçinin elinde ona gözükmeye bazen de babasının elinde onla konuşmaya çalışıyorlarmış. Ama nafile işte, prensesimiz bir kere küsmüş bu dost aynalara.

Ona dost ne demek; düşmanlarmış. Çünkü onun kusurlarını direkt yüzüne gösteriyorlarmış, büyük bir cüretle. Annesi de kaçırırmış aynalardan onu; zavallığından dolayı kusursuz yetiştiremediği prensesini.

Babaya ne demeli; kızı güçlü olsun diye sürekli aynaları kızının dibine koyarak işte sen böyle kusurlu bir insansın dermiş sürekli. Prensesimiz kusursuz olması gerekirken, aynalarla kusurları arasında kalakalmış koskocaman sarayın içersinde.

Çok mutsuzmuş. Ama çok. Acı da çekiyormuş. Acıları kusurlarını,kusurları acılarını büyütürken, o da onların arasında yaşamaya çalışıyormuş. Bir yandan birşeylerin olmasını ve kurtarılmasını bekliyormuş. Bunun içinde her gece dua ediyormuş.

Peki ya aynalar; prensesleriyle barışıp onu ömür boyu mutlu kılabilmek için, onlar da tüm güçlerini toplayarak dua ediyorlarmış. Prensesimizin duası,aynalarımızın duası öyle bir güç oluşturmuş ki; Aynalar Diyarı’nın baş perisi, Ayna Perisi kendini birden prensesimizin başucunda buluvermiş.

Sormuş prensesimize; niye küstüğünü aynalara. Prensesimizde, hadlerini bilmeyen aynaların, küsmeyi hakettiklerini söylemiş, periye. Aynalara çıkışmış peri;nasıl bir cüretle koca krallığın mükemmel prensesine hadsiz davranabildiklerine dair.

Aynalar da yine büyük bir cüretle prensese dönerek,”Hadsizlik duygusu değil bizim sana vermek istediğimiz; kusurluluğun kusursuzluğu hissini vermek istedik sadece.”

Prenses pek birşey anlamamış. Prensesin tek bildiği kusurluysan prensesliği haketmediğinmiş. Bunu söylemiş, ısınmaya başladığı aynalara.

Yüzleri gülmeye başlayan aynalar da;”Bize daha dikkatli bak. Biz sadece çerçevelenmiş bildiğin aynalar değiliz. Anneniz, babanız, hizmetçileriniz; etrafındaki herkesiz. Onların kusurları var ya işte biziz onlar. Sen bizi reddettikçe biz büyüdük ve sarmaladık seni. Çünkü sana göstermek istedik kusursuzluğun kapısını açan anahtarın kusur olduğunu. Kusurlarındır sana güçlü olmayı, mücadeleci olmayı, istekli, komik olmayı öğreten. Bizi reddetmeye devam ederek, asıl büyük cüretkarlığı sen gösterip, acılı prenses olmaya mı devam edeceksin yoksa hala?” diye prensesi uyarmaya çalışmışlar.

Prenses bir mum yakmış, aynalara iyice yaklaştıktan sonra. Burnuna bakmış; şimdiye kadar büyüklüğünden şikayet ettiği burnuna. Bakmış bakmış ve anlamış ki; yüzüne o sempatikliği veren, asıl o koca burnuymuş.

Dudaklarına bakmış; inceliklerinden, küçüklüğünden dert yandığı dudaklarına. Onlar da birden gözüne kibar, narin, tatlı, hoş gelmeye başlamış. Sonra gözlerinin tam içine; ruhuna giden yola doğru bakakalmış. Bakmış bakmış ve ruhunu görmüş. Ruhunda da prensesliğini görmüş. Anlamış ki ister kusurlu olsun ister kusursuz, o prenses olmak için doğmuş bu dünyaya.

Kusursuzluk da işte tam buymuş; ne olduğunu bilip kabul etmek.

Bu Belki Son Günündür

Bu Belki Son Günündür

Adam, telaşlı, öfkeli bir halde hanımına bağırıp, çağırıyordu. Babalarının sesini duyan iki çocuk ise yataklarından kalkıp salona gelmişti. Babalarının öfkesini görünce, korkmuş, sinmiş halde birer koltukta sessizce oturup kalmıştı.

Adam, çocuklara, hanımın üzüntüsüne aldırmadan söylenip duruyordu;
-Söyledim değil mi, söyledim. Bu gün toplantı olduğunu, açık mavi gömleği ütülemeni söyledim. “Kahverengi gömlekle gidiversen nolur!”muş. Bu gün sunum yapacağım, karamsar bir görüntü mü vereyim, dinleyenlerin içi kararsın, bu da projeye verecekleri oyu etkilesin! Bunu mu istiyorsun?

-Tamam bey, bitti işte.

Adam açık mavi göleği hışımla aldı;
-Bitti, tabi bitti ama ben geç kaldıktan sonra bitmiş neye yarar.

Hanımı çocukların korkmuş yüzlerine baktıktan sonra, yine eşini sakinleştirmeye çabaladı;
-Dün bundan da geç çıkmıştın, vakit var, yetişirsin.
-Anlamıyor ki, anlamıyor ki. Bu gün sunumu ben yapacağım. Herkesten önce gitmeliyim ki, gelecek önemli konuklara ‘Hoş geldi’ demeliyim.

Adam bir sürü söz daha söylenerek, bağırarak çıktı, arabasını çalıştırıp uzaklaştı. Hanımı, direksiyon başında da öfke saçan eşinin halinden endişelendi, “Bir kaza yapmasa bari…”

Eşi uzaklaşınca, çocuklarının yanına gidip sarıldı, rahatlatmaya çalıştı.
-Madem erkenden kalktınız, hemen size sultanlara layık bir kahvaltı hazırlayıp getireceğim.

Mutfağa geçti, zihnindeki huzursuzluğu dağıtmak için hemen neşeli müzikler çalan bir radyoyu açtı. Ocağa haşlamak için yumurta koydu, cezvede süt ısıtmaya başladı. Masaya zeytin, peynir, reçel koymayı da ihmal etmedi.

Biraz sonra çocuklarına seslendi
-Kahvaltınız hazııır!

Çocuklar kahvaltıya otururken, radyoda müziğin birden kesilmesi dikkatini çekti. Son dakika haberi anonsuyla, radyonun sesini biraz daha açtı. Radyo’da zincirleme bir kaza haberi vardı. Ayrıntılarla biraz sonra birlikte olacağız demişti spiker ama kazanın yerini söylediği andan itibaren o sandalyesine yığılıp kalmıştı. Spikerin bahsettiği kaza yeri, kocasının her gün işe giderken geçtiği dörtlü kavşaktı.

Eşinin bu kavşaktaki trafikten şikayetçi olduğunu, her sabah yoğun bir trafik olduğunu söyleyişi aklına geldi. “Geç kaldım diye acele edip acaba o da…” Aklına gelen düşünce içini daha da yaktı, hemen ayağa kalktı.

-Çocuklar, unutmayın ocağa yaklaşmak yasak. Kahvaltınızı yapıp salona geçin, oynayın. Benim acil bir yere uğramam gerek, kapıyı da kimseye açmayın tamam mı?

Çocukları uslu, söz dinler olduğu halde, çok kısa süreli de olsa evde yalnız bırakmak zorunda kalsa tekrar tekrar tembihte bulunurdu.

Sokağa çıkmak için üzerine bir şeyler aldı, cebine de bir taksi parası aldı. Kapıya yöneldiğinde kocasının bu kazada ölmüş olabileceği endişesiyle kabaran yüreğine daha fazla dayanamayıp, ağlamaya başlamıştı. Göz yaşlarını çocukları görmesin diye, açık olan mutfak kapısına sırtını dönmeye özen gösteriyordu. İçindeki acının kocasının ölmüş olma ihtimali kadar, giderken kendisini kırması ve çocuklarının önünde bağırıp çağırmasından da kaynaklandığını anladı. Oysa her zaman böyle öfkeli değildi.

-Eğer ölürse, çocuklarım babalarını, son gördükleri haliyle mi hatırlayacak? Kalp kıran, öfkeli bir baba olarak mı kalacak akıllarında?

Kapıdan çıkarken, çocuklarına bir kez daha seslenecekti ama artık akan gözyaşları saklanamayacak haldeydi. Hemen kapıyı açıp dışarı çıkmak için hamle yaptı ama karşısında kapıya doğru adım atmakta olan kocası vardı.

Adam, bir an karısının ıslak yanaklarına baktı; “Haberleri mi dinledin?” diye sordu. Hanımı, konuşamadan sadece başıyla onayladı. Adam, önce sarıldı, sonra eşinin yanaklarını sildi.Hanımı zorlukla sordu;

-Hani önemli bir toplantına geç kalmıştın, niye döndün?

-Kaza benim hemen yakınımda oldu. O anda toplantıdan daha önemli bir şeyi unuttuğumu hatırladım. Eğer o kazada ölseydim…

O anda çocuklar da yanlarına gelmiş, babalarının yine öfkeli olabileceğini düşünerek, annelerinin yanında durmuştu. Adam, bütün içten, samimi gülümsemesiyle çocuklarını yanına çağırdı, boyunlarına sarıldı, yanaklarından öptü.

-Ben bu gün büyük bir hata yaptım ve evden çıkarken, sizleri ne kadar sevdiğimi söylemeyi unuttum. Böyle önemli bir şey unutulur mu hiç. Ne yapalım, ben de geri döndüm.

Yazan : Ahmet Ünal ÇAM

İtfaiyeci Bob

İtfaiyeci Bob

Yirmi altı yaşındaki anne lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Oysa bu artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o hala oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

Oğlunun eline tuttu ve “Bopsy, büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğini ve hayal ettiğin oldu mu?” diye sordu.

“Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak isterim”. Anne gülümsedi ve “dilediğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım” dedi.


Daha sonra anne Arizona’daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona şehri kadar büyük itfaiyeci Bob ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve altı yaşındaki oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu. İtfaiyeci Bob ona şöyle bir yanıt verdi.



“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Eğer oğlunu Çarşamba sabahı saat yedide hazır edersen onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü de diktiririz, lastik botları ısmarlarız. Hepside Arizona’da üretiliyor. Çabucak elimize geçer.”


Üç gün sonra itfaiyeci Bob’u aldı, ona itfaiyeci elbisesi giydirdi ve hastanedeki yatağından itfaiye arabasına kadar ona eşlik etti. Bob itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Bob kendini cennette hissediyordu. O gün Arizona’da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye müdürlüğünün özel arabasına bile binmişti. Yerel tv programcıları da onu izleyip çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi Bob’u o kadar etkilenmişti ki doktorların söylediğinden üç ay fazla yaşamıştı.

Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire aile bireylerini hasteneye çağırdı. Daha sonra Bob’u bu dünyaya veda ederken yanında kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu.

İtfaiye müdürü,
“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısın? Sirenlerin çaldığını duyduğunda ve flaşların parladığını gördüğünde yangın olmadığı anonsunu yapabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşını ziyarete geldiğini söyleyin. Ve lütfen onun odasının penceresini açın.” Diye yanıtladı.

Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob’un üçüncü kattaki odasına doğru yaklaştı. On dört itfaiyeci Bob’un odasına tırmandılar.

Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve
“Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim” diye sordu.

Maket

-Emre! Haydi, kalk oğlum! Okula geç kalacaksın.
Emre, annesinin sesiyle uyandı ve:
-Tamam anne! Az sonra geliyorum, dedi.

Sabahları erken kalkmak onun için oldukça zor oluyordu. Çünkü annesinin bütün ısrarlarına rağmen gece çok geç yatıyordu. Her sabah kendi kendine: "Bu akşam erkenden yatacağım. Azıcık uykuyla okula gitmek çok zor geliyor, bana." diyordu, ama akşamları televizyon izlemekten vazgeçemiyordu. Bu nedenle kendi iyiliği için aldığı kararı yine kendisi bozmuş oluyordu. Bu sabah da erkenden kalkıp okula gitmek ona çok zor gelmişti.

O gün okulda öğretmeni onları biraz uğraştıracak bir ödev verdi. Öğrencilerin seçecekleri bir dalda ve konuda ödev hazırlamalarını isteyerek:
- Resim yapabilirsiniz. Konusuna siz karar vereceksiniz. Bir şiir de yazabilirsiniz. Veya bir hikâye, hatta bir masal olabilir. Beğendiğiniz ve tamamen kendi çabanızla hazırlayacağınız bir maket de olabilir. Yapmak istediğiniz şeye kendiniz karar vereceksiniz. Bu ödev için size iki hafta süre vereceğim. İyice düşünün ve en beğenerek yapacağınız şeyi hazırlayın, dedi.

Sınıfta çalışkanlığı ile dikkat çeken Elif:
-Öğretmenim, maket hazırlayabilirsiniz, dediniz. Ne tür maketler hazırlayabiliriz, diye sordu.

Öğretmen:
-Meselâ, mukavvadan tarihi bir ev maketi yapabilirsiniz veya bir gemi maketi de olabilir bu. Ne yapacağınıza kendiniz karar vereceksiniz. Sınıf içinde birbirinizden yardım alabilirsiniz, ama dışarıdan kimsenin yardımı olmadan bu ödevi yapmalısınız. Anne ve babanız veya sizlerden büyük kardeşleriniz gibi kimselerden yardım almamalısınız, dedi. Bu tür bir ödev daha önce kendilerine hiç verilmemiş olduğundan bütün öğrenciler çok heyecanlanmışlardı. Emre de arkadaşları gibi bu heyecanı yaşıyordu.

Emre okuldan eve döndüğü zaman, her gün yaptığı gibi hemen televizyon izlemek yerine odasına kapanmıştı. Nasıl bir şey yapabileceğini düşünüyordu. Annesi bu duruma çok şaşırmıştı. Ama aynı zamanda oğlunun ders çalıştığını düşünerek mutlu oluyordu.

Emre bir süre sonra odasından çıkarak annesine:
-Anne, bana para verebilir misin? Öğretmenim bugün bize değişik bir ödev verdi. Çok düşündüm, ama ne yapabileceğime karar veremedim. Ben de hazır alıp okula götüreceğim, dedi.

Annesi:
- Peki, ödeviniz ne ile ilgili, diye sordu.

Emre, öğretmeninin söylediklerini olduğu gibi annesine anlattıktan sonra:
- İşte böyle anne. Ben ne yapabilirim, bilmiyorum. Onun için gidip güzel bir ev maketi alacağım ve kendim yapmışım gibi okula götüreceğim, dedi.

Annesi, oğlunun bu sözlerine çok üzüldü. Ona:
-Neden kendin yapmak için uğraşmıyorsun da hazır alıp götürmeyi düşünüyorsun? Hem bu öğretmenini aldatmak olur. Nasıl böyle bir şey düşünebildin, diye sordu.

Emre:
- İyi ama ben nasıl maket yapabilirim ki? Hem diğer konularla ilgili bir şey de yapamam. Resim yapmayı hiç sevmiyorum. Şiir veya öykü gibi şeyler de yazamıyorum. Yapabileceğim tek şey maket. Ama onu da nasıl yapacağımı bilemiyorum, dedi.

Annesi:
- Benim anladığım kadarıyla öğretmeniniz, gizli yeteneklerinizi ortaya çıkarmak için böyle bir ödev vermiş. Ayrıca ben inanıyorum ki, sen istersen bunu başarabilirsin. Hem iki hafta gibi uzun bir zamanın var. Öğretmeniniz sınıf içinde yardımlaşmanıza da izin vermiş. En doğrusu, sınıf arkadaşlarından senin gibi maket yapabilecek olanlarla birlikte bu ödevi hazırlamanız. Kaç kişi maket yapmak isterse toplanın ve her gün ders çıkışı birlikte çalışın, dedi. Emre önce bunu kabul etmek istemedi, ama sonra bu fikir ona akıllıca geldi.

Ertesi gün sınıfta:
- Ben maket yapmaya karar verdim. Başka maket yapmak isteyen var mı, diye sordu. Üç kişi bu fikri beğenip ona katıldı.

Emre ve üç arkadaşı aralarında konuştular ve maketlerin hepsini, yardımlaşarak yapma kararı aldılar. O günden sonra da her okul çıkışı rahat çalışabilecekleri bir yerde toplanarak birlikte çalışmaya başladılar. Bu çalışma hem Emre için hem de arkadaşları için çok faydalı olmuştu. Çünkü artık hiçbiri boş işlerle vakit kaybetmiyor veya bütün boş vakitlerinde televizyon izlemiyorlardı. Herkesin maketinin diğer arkadaşınınkinden farklı olmasına karar verdiler. Bu durumda sadece ev maketi değil bir gemi, bir araba ve bir tane de çocuk parkı maketi yapacaklardı. İlk önce hep birlikte ev maketini yaptılar. Beklediklerinden çok daha güzel bir maket olmuştu. Bu onları daha fazla heveslendirdi. Sırasıyla diğer maketleri de yaptılar. İki haftalarını bu işe ayırmışlardı. Bu sayede hem paylaşmanın güzelliğini yaşamış hem de çok iyi dostluk kurmuşlardı. Ayrıca kendi yeteneklerinin farkına varıp kendileri için en doğru mesleğin ne olacağına karar vermişlerdi.

İki haftanın bitiminde öğretmenleri büyük bir sevinç yaşadı. Öğrencilerinin farklı dallarda yaptıkları ödevler ve bu ödevlerdeki başarıları onu çok duygulandırmıştı. Özellikle büyük bir el becerisi ve zekâ gerektiren maketler çok hoşuna gitmişti. Bütün öğrencilerini sırayla tebrik etti.

Maket yapmak ve bundan keyif almak Emre'de büyük değişikliklere neden oldu. Ödevi bitmiş olmasına rağmen maket yapmaya devam etti. Bazen arkadaşları da ona katılıyor, birlikte çok güzel şeyler yapıyorlardı. Bu arada derslerinde de iyi notlar almaya başlamıştı. Televizyon ise eskisi kadar dikkatini çekmiyordu. O, kendisini asıl mutlu eden şeyi bulmuştu ve bir daha onu bırakmadı.

Hilal Acar

ÇOCUK

Bir gün bir gün bir çocuk
Eve de gelmiş kimse yok
Açmış bakmış dolabı
Şekerde sanmış ilacı
Yemiş yemiş bitirmiş
Akşama sancı başlamış
Kıvrım kıvrım kıvranmış
Yaptığından utanmış

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...