Datça'da Biyografik Hikaye Anlatımı Kampı



Canım Seiba'nın organize ettiği ve Sue Hollingsworth'un eğitmenliğini yaptığı "Biyografik Hikaye Anlatımı" kampına katılma şansına sahip oldum.
Sue, sık sık Mevlana'nın bu dizelerini hatırlattı bize. İnsan olmanın nasıl bir şey olduğunu unutmamamız için.





"MİSAFİRHANE


İnsan olmak bir misafirhane gibi.

Her sabah gelir yeni biri.

Beklenmeyen bir misafirdir

bir sevinç, bir hüzün, bir kötülük arzusu,

ve de bir anlık bir bilinçlilik duygusu.


Hoş karşılayın hepsini, hoş tutmaya bakın!

Eşyaları dışa atan

evinizi hoyratça boşaltan

bir deste elem bile olsalar,

saygıyla ağırlayın her birini.

Yeni bir zevkle doldurmak için

olabilir bu temizliğin nedeni

fırlatıp attıklarının yerini.


Karanlık düşünce, utanç, melanet,

Kapıda karşılayın güler yüzle,

hepsini içeriye edin davet.


Hepsine şükredin çünkü

gönderilmiştir her biri

bir yol gösterici gibi

bu alemin ötesinden."




Kamp, 15 Temmuz Cuma akşamı açılış çemberi ile başladı ve biz sabah buluşmak için vedalaştığımızda ortalık darbe haberleri ile çalkalanıyordu. O gece endişe ve korkularla, kafamızda binbir soruyla geçti. Ertesi sabah derse başladığımızda fiziksel olarak oradaydım ama kafam ve ruhum başka yerlerde dolanıyordu. Kamp boyunca acı haberler alındı, hastalıklar oldu ve bir arkadaşımız da ayrılmak zorunda kaldı. Tüm bu süre içte ve dışta hareketlilikle geçti. Sue'nun bu süreç boyunca tüm grubu kucaklayan, bir arada tutan ve alan açan tavrını unutmayacağım.


Biyografik hikaye anlatımı, uzun ve çok titiz çalışılması gereken bir süreç. Benim için geleneksel bir masalla bağ kurmak, o masalda kendi hayatımdan izler bulmak nispeten daha kolay bir süreç. Ancak iş kendi hikayemi, anımı anlatmaya geldiğinde ya onunla bağ kuramıyor ya da içinde boğulmuş gibi hissediyordum kendimi. Bunun bir sahne performansı olması içinse anlatıcı mesafesinin korunması gerekir. Bu atölyeye biyografik hikayeler anlatmak için katılmamıştım ancak kendimi atölye sonunda kendi hikayemi anlatırken sahnede hiç olmadığım kadar "kendim" hissederken buldum. Bu deneyim benim içimde yeni sorular ve yeni kapılar açtı. Kendi hikayelerimi ve ailemin hikayelerini biriktirme isteğini duydum derinden.


Masal anlatmaya başladığımdan beri, hayatımı bir çember şeklinde görüyor ve yaşadığım olaylarda çemberin neresinde olduğumu tahmin etmeye çalışıyorum ve böylece yaşadığım şeylere farklı bir açıdan bakabiliyor ve anlayabiliyorum. Bu atölyeye katıldığımda niyetim hayatımın bu dönemini anlamaya yönelikti. Olayları parçalara ayırdığımda ve onu bir hikaye gibi işlediğimde önümde muazzam bir harita belirdi. Bu süreç karmaşıktı tabi, şimdi burada anlattığım gibi hemen açığa çıkmadı. Açığa çıkarken bir çok duygum da açığa çıktı. Derseniz ki çözebildin mi? emin değilim ama kesinlikle daha net gördüğümü söyleyebilirim.


Biyografik anlatımda yaşadığım bir diğer deneyim de, hikayemin anlatılacak değerde olup olmadığıydı. Bunu insanlar neden dinlesin ki? ilgi çekici mi? acılarımdan neden bahsedeyim ki? bu duygu sömürüsüne mi giriyor? Kendi hayatımızı değersizleştiren, duygularımızı önemsizleştiren bir çok düşünce üşüştü beynime. Bunları da tek tek yakalayıp tanımlamak gerekiyor bu süreçte.


Ayrıca bu kampa edindiğim en güzel deneyim başkalarının hikayelerini dinlemek oldu. Eğitim sırasında, arada, yemeklerde, denize girerken. Hayatı birbirimizin hikayelerinden öğrendiğimizi anladım bir kere daha. Bana ilham vereni, bakış açımı genişleten,böyle de olabilirmiş dediğim o kadar çok şey dinledim ki. Hepsine ve herkese şükürler olsun.


Bağ kurmanın, kendi hikayeni paylaşmanın, dışarda ve içerde fırtınalar koparken bile dans etmenin zevkini yaşadığım harika süreçti.

Çalışmaların büyük kısmını bu koca meşenin gölgesinde yaptık. 



"Paraşüt" bir hikayeyi ve bizi kurtarmak için 




Dolunay "Barış" Mandalası



Koca Meşe



Mumu her gun içimizden biri yaktı ve kalpten dileklerini söyledi



Palamutbükü



Sue ve Şeyda



Datça Hatırası






Hint Dizisi: Bir Garip Aşk



  Dikkat! Bol aşk ve bol macera içerir.

    Kanal 7'nin ilk yayınladığı Hint dizisi. Siz bunu ilk kez tvde görüp içine düşerken biz ohooo başka dizileri de devirmiş kıyaslama yapıyorduk hatun kız.


   Bu diziyi hem altyazılı, hem de tvde Türkçe izledim. Dublaja karşı olmama rağmen yine de güzeldi seslendirme, yakıştırdım. Sadece kanal bazı uzun bölümleri keserken kopukluk olmuş. Daha özenli yapabilirlerdi. Güzel tarafı ise kaliteli görüntüde izlemek. 

    Orjinal adı, Iss Pyaar Ko Kya Naam Doon? Türkçesi, Bu Aşka Ne Ad Vereyim? (Cümlenin sıralanışını görünce bu Hintçe kolay zaar deyip mevzuya el attım. Yaklaşık bir aydır öğrenmeye çalışıyorum. Süreci merak edenler varsa yorum bölümünden sorabilirsiniz.) 

    398 bölümden oluşuyor orjinali. Bölümler 20 dk. Bizim Bir Garip Aşk versiyonu ise 102 bölüm ve 1,5 saat kadar.


   Konu ise Hint klasiklerinden.
"Nefret ediyorum senden, nefret!.. Buna nasıl cüret edersin? "
  Duyguların aktarımı, karakterlerin cuk oturması, müzikleri, gelenekleri... Diziyi muhteşem yapıyor. (İyisiniz hoşsunuz da puta tapmayaydınız be gülüm!) 

  Khushi... (Güzel kızımız, adı gibi mutlu) Öyle deli dolu ki, insana enerji veriyor. Çok dindar, sürekli ellerini birleştirip yukarı bakıyor. (Ya hu biz müslümanız, bizim dizilerde bu kadar dua etmiyorlar!) 
 Kıyafetleri, takıları... Eminim hayran kalacaksınız. Ve her üzüldüğünde yaptığı meşhur jalebi tatlısı... (Ben de erinmedim yaptım valla. Hem de misafire. Çookkk lezzetli oldu.)

  Arnav... (Esas oğlan. Bu arada adam Türkiye'ye geldi. Kötü bir organizasyondu, inşallah pişman olmamıştır.) Arnav gıcık, agresif, inancı yok, maddiyatçı...


   Gün geliyor, fakir ama gururlu Khushi'nin yolu bu zengin ama küstah oğlanla kesişiyor. Hem de pek çok kez. 
 Nasıl oluyorsa adama borçlanıyor. İşe gireyim de şu mendeburun borcunu ödeyip kurtulayım diyerek bir şirkette çalışmaya başlıyor. Eh şirket kimin anlamışsınızdır! Ya ne olacağdı...

  Nefret halleri de, aşk halleri de çok içten. Birbirine çok yakışan bir çift. (Rudra ile Paro da çok yakışıyordu.)

   Dizinin güzel taraflarından biri de tabi ki hiç müstehcen sahne olmaması. Aşkı, nasıl bu kadar güzel ve temiz anlatmışlar diyorsunuz.


   Bollywood etkileri de bolca mevcut ama hiç rahatsız etmiyor hatta romantizm alıp başını gidiyor o anlarda. Misal: 
   İkili karşılaşınca esen rüzgar (Evin içi de dahil), Khushi'nin zarif bayılmaları (Biz yığılıyoruz genelde, o ayakta bayılıyor), sık sık şalın, oğlanın bir yerlerine takılması, düşmeler, çarpmalar, dakikalar süren bakışmalar... 

    Her şeyiyle dizinin atmosferi sizi içine çekiyor. İzlemediyseniz ahanda fırsat, kendinizi mahrum etmeyiniz. 

    Peki... Son bir vurucu cümle ile bitireyim bari. Daha iyisi yapılana kadar, en iyi iki aşk dizisinden biri...
Diğeri de hemen şuracıkta 



Yaşasın Doğal Hayat



  Radikal bir kararla bir süre önce evden kimyasal bakım ürünlerini uzaklaştırmaya başladım. 
  Alternatiflerini bulunca fark ettim ki hiç de vazgeçilmez değillermiş, hatta bazı gereksizler ihtiyaç adı altında hayatıma sızmış, oy kele hüs! 




  Aidin Salih'in Gerçek Tıp ve Rauf Atilla Polat'ın Şifanın Metafiziği kitabından okudukça uygulamaya başladığım, evde naturalizm rüzgarları estiren değişimleri paylaşacağım azizim. 
 Hemen bir Türk kahvesi alınız, öyle okuyunuz. (Kahve bağ dokuları için çok faydalı. Allah'ım bilgi fışkıracak bu yazıdan hissediyorum!) 




  Diş macunu yerine karbonat ve misvak. Karbonatı günde bir kez kullanıyorum, bazen limon suyu damlatarak. İnanılmaz bir beyazlık sağlıyor. 
  Misvağı ise günde 2-3 kez kullanıyorum. Her bir diş kökünde farklı organlarla bağlantılı akupunktur noktaları bulunuyor.   Misvak, görme gücünü artırıyor, zararlı mikropları öldürüyor, diş taşlarını düşürüyor, organların işlevini dengeliyor, akıl sağlığı ve hafıza kuvvetini koruyor. Misvağın etkisi 48 saat devam ediyor. 




   Parfüm yerine alkolsüz esans. 
Koku duyusu, hiçbir yardımcı iletim mekanizmasına ihtiyaç duymadan, beyin tarafından kontrol edilmeden görevli sisteme ulaşan tek duyu. 
  Hafıza, psikoloji ve hormonlar üzerinde çok etkili. Bu yüzden ağır kimyasal kokulardan kaçınmak gerekiyor. Bu esansların hafif kokulu çeşitleri bolca mevcut. 
 Deodorant yerine de kullanabilirsiniz. Bedenin işleyişini baskılamamış olursunuz. 




  Sıvı sabun yerine kokusuz sabun veya arap sabunu. Zira sıvı sabun ve deterjanlar kalıntı bırakarak daha çok zarara sebep olabiliyor ve onlardaki hoş koku sebebiyle çamaşırların arındığını ve sağlıklı hale geldiğini zannediyor olabiliriz. Duş jeli yerine de kullanabilirsiniz. 
 Hatta ben çamaşır makinesindeki yumuşatıcı ve bulaşık makinesindeki parlatıcı gözüne sirke koyuyorum. Tuz bölümüne de kaya tuzu. Yerleri de sirkeyle siliyorum. (Hijyenik miyim neyim!) 




  Oda parfümü yerine doğal yağ. Koku önemli demiştik. Beyin frekansını en çok yükselten koku gül kokusu. Bunun yanı sıra yasemin kokusu da çok faydalı. Önceleri oda parfümü kullanıyordum. Uzunca bir süredir ev kokusu olarak, mumluğun üstünde suya damlattığım doğal yağları kullanıyorum. Tüm gün etkili olan mis gibi çiçek kokuları. (Heidi gibi koşacaksınız evde!) 




   Cilt bakım ürünleri yerine saf gülsuyu ve ev yapımı sirke. Bu konuda bir sürü bakım ürünü var. Ne kadar çok ürün kullanırsam o kadar bağımlı olurum diye düşünüyorum.  İnsan bedeni muazzam yaratılmıştır. Dışarıdan ne kadar yapay müdahale olursa o kadar işleyişi zarar görecektir. Bu yüzden cilt temizliğinde uyumadan önce gülsuyu veya suyla seyreltilmiş kendi yaptığım doğal sirkeyi kullanıyorum. 


  Yeni adımlar attıkça buraya ekleyeceğim inşallah. Reca ediyorum, sizin de böyle icatlarınız varsa derhal yorum bölümüne yazıp aydınlatın bizi... 
  Doyamadım şifalara diyenler içün hemen şuracıkta Nebevi Tıp: Hacamat yazım var. 

Yaşasın doğal hayat!..

Bir Yaratıcılık Tıkayıcı Olarak : Acıya Saplanmak

Aklımda bir proje var ya da yapmak istediğim bir şey. Yazı yazmak, resim yapmak, örgü örmek, uzun zamandır tarifi buzdolabına yapışmış bir yemek, meditasyon yapmak, tezimi yazmak (burada yazar konuya yavaş yavaş girmektedir) yaratıcı bir şeyler yani... Her şey hazır, evde kimse yok, ortam hazır, malzemelerim var,  tam başlayacağım "dur bir çay koyayım" ya da "bir arkadaşımı arayayım". Onu da yaptım, sonra biraz başlar ama devamını getiremem. İş o kadar kolay değil. Kendime acımaya başlarım, ben zaten yapamazdım, neden başladım ki. Sonra aklıma eski hüsranlarım gelir. Sonra her şeyi bırakıp koltuğa oturup uzun uzun kendime acımaya, kızmaya başlarım. Zaten yaptığım bir işin devamını getiremiyorum, zaten hiç kimse beni beğenmiyor, zaten 5. sınıftaki öğretmenim de  resmimi panoya asmamıştı, okulda şöyle yaptılar, evde böyle yaptılar, ah ne çok acı çektim.... Konu neydi? Neden kendime bunu yapıyorum? Neden yaratıcılıktan bu kadar korkuyorum. Bunu sormak ve peşinden gitmek gerekiyor. Neyse ki bu aralar "derine daha derine" indiğim dönemlerimdeyim de peşinden gidebiliyorum, korkusuzca. Sonra "tamam" diyorum evet, olan oldu. Sebebi de olmayabilir. Başla, sadece başla. Sadece otur başına ya da kalk ayağa. Bir müzik açıp dans etmekle başla ya da sadece rüzgara karşı oturmakla. Sadece başla ve devamı gelir. Sadece başla, devamı gelen şeylere sen de inanamayacaksın. 
Julia Cameron'un Sanatçının Yolu kitabını okuyor ve uyguluyorum bu aralar, 7. haftadayım. 12 haftalık bir program ve her hafta verdiği görevleri yapıyorum, tam bir görev insanı olduğum için bu beni çok tatmin ediyor. Her sabah da sabah sayfalarını yapıyorum. Orada sorgulamamızı beklediği bir şey de yaratıcılığımızı tıkayan nedenlerdi. Yaratıcılığımızı tahmin ettiğimizden çok farklı nedenlerle tıkıyoruz bunu hem kendim de hem de bu zamana kadar oyunculuk çalışması yaptırdığım öğrencilerimde gördüm. Akacak, gidecek müthiş bir yol var, ortaya çıkacak güzel bir eser ama bazı davranış ve düşünüş kalıplarımız bizi esir ediyor. Tıkanık yaratıcılık da çok daha farklı, bizi ve çevremizi acıtacak şekilde dışarı atılıyor. 
Kendinize ve yaratıcılığınıza giden yolda size rehberlik edecek bu kitabı sevgiyle tavsiye ediyorum.

In Memoriam: Al Knudsen, a modest, under-recognized founder of cancer genetics (and more)

My first job was a young faculty member was in the Graduate School of Biomedical Sciences, at the University of Texas Health Science Center in Houston.  Our small Center for Demographic and Population Genetics was part of the Graduate School, and it was small enough that we got to know, and interact with, the Dean.  And what a dean he was!

The great, and good Al Knudsen (1922-2016).  Google images.
It was a small graduate school, so Dr Knudsen still was active in research, cancer research. One of the first talks I heard down there in Houston, when I still didn't have my first pair of cowboy boots, y'all, was an interesting idea about the causes of cancer.

Radiation was a known carcinogen, as were some chemicals, and there were various ideas about how carcinogenesis worked at the gene level. The basic idea was that these agents caused genetic mutations that led cells to misbehave, and though abnormal, escape detection by the immune system. More mutations meant more cancer risk, and this was consistent with 'multi-hit' ideas of cancer. More mutations took longer to accumulate, which was consistent with the increasing risk of cancer with age.  But genetics was still very rudimentary then, compared to now, direct testing primitive at best. And there were some curious exceptions.  An interesting fact was that some cancers seemed familial, arising in close relatives, and typically at earlier ages than the sporadic versions of what seemed to be the same type of tumor.  Why?

One example was the eye cancer retinoblastoma which arose in children or young adults, mostly in isolated cases; but there were affected families in which Rb was often present at birth.  Knudsen's idea was that in affected families one harmful allele was being transmitted, but the disease did not arise until a second mutation occurred.  Al published a quantitative mutational model of the onset age pattern in a PNAS paper in 1971, just before I myself had arrived in Houston, but by chance I had heard him present his work at the time of my job interview.

The basic idea was a 2-hit hypothesis, in which you could inherit one Rb mutation, and then only had to 'wait' for some one of your embryonic retinal cells to suffer the bad luck of a hit in the normal copy in order for a cancer to develop.  That waiting time accounted for the earlier onset of familial cases, because they only had to 'wait' for one mutation, whereas sporadic cases needed to experience two Rb hits in the same cell lineage.

This was a profound insight.  It allowed for cancer genetic findings, in which some forms of cancer clustered in families (e.g., some breast and colorectal cancers). Yet most cases were sporadic.  It was shown roughly at that time, by clever work in those crude days of human genetics, that tumors were clonal--the tumor, even when it had spread, was the descendant of a single aberrant (mutated) cell.

It did not take long for this sort of thinking, along with various methods for detection, to find the Rb gene....and other genes related to cancer.  This eventually included genomewide tests for loss of detectable variation based on microsatellite sites, continued to confirm the idea, far beyond those types of cancer that seem to be caused largely by changes in a single gene. The idea of somatic mutation caused by environmental factors, was complemented by the idea that it is common to inherit genotypes that are partially altered but insufficient by themselves to cause cancer, so that the tumor only arises later in life, after environmentally-caused (or stochastic) further mutations occur.

Knudsen's basically 2-hit idea was quickly generalized to 'multi-hit' models of cancer, and the discovery that cancers in a given individual were clonal led to models in which combinations of inherited mutations (present in every cell) and those that occurred somatically, seemed to account for the basic biology of cancer.  Many of the individual genes whose mutation puts a person at very elevated risk of one or more forms of cancer have since been identified, and newer technology has allowed their functional nature (and reason for their role in cancer) to be found.  Some are involved in DNA repair or control of cell division, and it's understandable why their mutational loss is dangerous.

The sources of variation in these genes may vary, but cancer as a combination of inherited and somatically generated mutations is a, if not the, prevailing general model for its biological nature and epidemiology, and shows why tumors are somatic evolutionary phenomena at the gene level.  But his nugget of an idea triggered much broader work in human genetics that, once technology caught up to the challenge, led to our understanding (and, too often, convenient ignoring) of the role of combined inherited and somatically induced variation as a major cause of the common, complex disorders for which genomewide mapping has become a routine approach.

I was still in Houston when Dr Knudsen moved to the Fox Chase Cancer Center in Philadelphia.  We missed him, but over the following decades he continued to contribute to the understanding of cancer.  His inspiring, gentle, and generous nature was an exception in the snake-pit that has become so common in the 'business model' of so many biomedical research circles.

Al's foundational work earned him many honors.  But he didn't get one that I think he richly deserved: his quiet, transformative role in understanding cancer, and the much broader impact on human genetics that followed as a result, deserved a Nobel Prize.

Hint Dizisi: Sensiz Olmaz

 İki kez izlendikten ve hazmedildikten sonra yazılmış bir yazıdır, dikkatlerinize celb oluna!

  Nihayet eşe dosta tavsiye ettiğim Hint dizilerini bir süredir tvlerde görür olduk çok şükür! 
  Filmler de sinemalarda gösterilecekmiş diye haber aldım! (Ay ay ay! )

   Ya hu biz kültürümüzle uzaktan yakından alakası olmayan, entrika girdapları Brezilya dizilerine, Dallas'lara kucak açmış milletiz.    Müstehcenlik olmadan romantizmin zirvelerinde dolaştıran geleneksel Hint dizilerine kucak açmak bir yana üç kez sarılacağımız belliydi.

 Her ne kadar bu diziler tvde yayınlandığında az kişinin bildiği, gizemli, el değmemiş bir adanın kalabalıklar tarafından keşfedildiği hissine kapılsam da olsun izlesin millet, babamın malı değil  ya Bolly'nin malı.




  Gelelim dizimize... Orijinal adı: Rangrasiya (Tutkunun Rengi) Normalde 189 bölümden oluşuyor. (Bölümler 20 dk).

   Kanal 7, Sensiz Olmaz adıyla dublajlı ve bölümleri birleştirerek 48 bölüm halinde yayınladı. Çok da eyi oldu. Bir çay içimlik dizi nedir, dizi dediğin koca akşamına çöreklenmeli. 
 Dublajı da iyi olmuş, Rudra'nın ve Paro'nun sesleri çok yakışmış. 

  Yine Khushimiz burda. Artık adı Parvati yani Paro. Dizinin başlarındaki kurak sahneleri çok sevdim. O kuraklığın içinde yerel kıyafetler öyle renkli ve güzel ki!

   Anasız babasız fakir bir kız Paro. Ailesini BSD askerleri öldürdü sanıyor, ama aslında köyün başındaki adamın mendeburluğu hep. Bu köyün kızları geleneksel bir yöntemle seçilerek, evlendirilip başka köye gelin gidiyorlar. Ancak gidenden haber gelmiyor hiç.
  Sıra Paro'ya geliyor, evleniyor ve yola çıkıyor düğün alayı. Sınırda BSD askeri Rudra Pratap  Ranawat. Söylerken kilo verdiren isim.  Hiç de üşenmiyorlar gı. 




  Paro ile  Rudra karşılaşıyor ve  Rudra'nın Paro'yu düşman tarafın kim olduğuna ikna etme çabaları ile olaylar başlıyor.

  Paro, Khushi kadar deli dolu değil. Olgun, üzgün ama çok iyimser. Rudra sert, kızgın, gururlu. Hatta böyle bir nefret nasıl aşka dönüşecek ki diyorsunuz. Dönüşüyor azizim, pek güzel dönüşüyor. 

   Rudra her ne kadar asker olsa da, dizinin ortalarından itibaren çatışma ve aksiyon sahneleri yerini meşk sahnelerine bırakıyor.
   Sonlara doğru ise büyük sürprizle beraber Rudra'yı artık asker olarak görmüyoruz. Bazıları sonu böyle olmamalıydı dese de ben 40. bölümden sonrasını da ayrı sevdim. Farklı bir tat oldu bence.

   Aşk dolu dolu, hayran kalacaksınız! Ve itiraf edeyim, bu diziden sonra başka diziler pek bir soğuk gelir oldu!..




  Bir Garip Aşk'ı izleyenler bilir. Bu diziden sonra ona tekrardan biraz bakınca fark ettim ki Sensiz Olmaz daha olgun bir dizi ve Ashish Sharma'nın oyunculuğu, duyguları yansıtması, Barun Sobti'ye göre daha başarılı. 

  (Ashish Sharma dedim de bizim kızlar twit atmışlar adama, müslüman olmayı düşünüyor musun diye. İlahi çok güldüm. O da  garibim önemli olan insan olmak gibi bir cevap yazmış. Ülkece İslamı tebliğ etme gayretimiz takdire şayan gerçekten).




 Velhasıl güzel insanlar, tvde kaçıran varsa kesinlikle tavsiye ediyorum. 
Bittikten sonra bile etkisinde kalacağınız, sizi çookkk mutlu edecek, yaşasın aşk dedirtecek, masal gibi bir dizi!..


Düş Zamanı Masalcısı Şimdilerde Ne Yapıyor?

Uzun zamandır blogumla ilgilenmiyorum, belki de kendimle bu kadar çok ilgilendiğim içindir. Yeni bir eve taşındım, kızım ve ben olacağız artık bu yeni evde. Yeni bir hayata başlarken geçmişten getirdiğim pek çok alışkanlığı ve davranış kalıplarını yıkmaya başladığımı görüyorum, uzaktan bir gözlemci gibi değil, daha çok ateşin tam ortasında olmak gibi.
Buraya yazmadığım dönemde çok şey oldu ama bunlardan en önemlisi ve en güzeli Seiba Uluslararası Hikaye Anlatıcılığı Merkezi'nde eğitime başlamamdı. Nazlı Çevik, Ayşe Senem Donatan  ve Şeyda Çevik'in kurduğu bu muhteşem okulda iki yıl boyunca "Anlatıcının Yolu" eğitiminde olacağım.  Ocak ayında başladık çalışmalara İstanbul'a bu kadar sık gidip gelmem de bu yüzdendi. İnsan bu kadar sık yolculuk yaptığında hayatında bir çok şey değişiyor. Olduğumuz yerde sıkışıp kaldığımızda düşüncelerimiz de kalıplaşıyor. Her yeni insani er farklı deneyim bizi prangalarımızdan kurtarıyor. İstanbul'a gittiğim dönemde masal akşamları da düzenledik. Altkat Sanat'da ve Beyoğlu Kültür Sanat Merkezi'nde masal anlattım. İzmir dışında olmak bana çok iyi geldi sonra bir ara da Adana'ya gittim. Adana Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde masal anlattım. Bu sayede hayallerime biraz daha yaklaşmış oldum, gezerek masal anlatmak.
İstanbul'da her ay farklı bir hocadan eğitim aldık ve her biri de bende ayrı ayrı kapılar açtı. Onları da yazmak, paylaşmak istiyorum.
Bu süreçte çok farklı bir anlatım deneyimini de sevgili hocam Gürol Tonbul'un sanat yönetmenliğini yaptığı "Handa Masallar" da yaşadım. Kemeraltı'nın tarihi Abacıoğlu Han'ında masal anlattım. Daha önce bir çok kez anlattığım masalları mekana, atmosfere uyarlama çalışması yaptık hocamla ve açık havada, o atmosferde kendimi tamamen o ana bırakarak masal anlatmak müthiş bir deneyimdi.
Bir yandan da Efe Elmas ile birlikte "Şifalı Masallar" ve "Masal ve Arketip" çalışmalarımız devam ediyor. Farklı insanlar, farklı mekanlar ama aynı duygular. Bu çalışmalar bizde de katılanlarda da çok önemli farkındalıklar oluşturuyor.  Zor zamanların atlatılması için güç veriyor.
15 Temmuzda ise Datça'ya gideceğim. Seiba'nın bir güzel etkinliği daha,  "Biyografik Hikaye Anlatımı; İnsan Olmak : Gerçek Hayat Hikayeleri Anlatmak" kendimle böylesine ilgilendiğim bir dönemde bu atölye bana çok iyi gelecek, hissediyorum. Ardından da "Üç Badem Masal Festivali" var 22 - 24 Temmuz'da orada da masal anlatacağım.   Seiba'nın facebook sayfasından ayrıntılara ulaşabilirsiniz.
Şimdilik haberler bu kadar. Ama yazmak istediğim pek çok şey var, farkettiğim paylaşmak istediğim. Belki ilham olur, belki bir kişinin bir şeyleri farketmesine adım olur. Belki de benim duygularımı anlamama daha çok yardımcı olur.  Sevgiyle



Orijinal Annemin Orijinal Bitkileri



  Azizim, bayramı  bahane ederekten yine Bursa'ya revan olmuş idim. Ana baba bekler elbet, biz de seve seve gideriz tabi. 

  Bitkisiydi, börtü böcüğüydü, kanatlısıydı, dört ayaklısıydı derken bir nevi terapinin içinde buldum kendimi. 

  Bayram sergüzeşti ayrı bir başlıkta neşredilecektir, umuma ilan oluna.
(Töbee benim dilime ne olmuş hoy! Hintçeye başladım, kültür şoku yaşıyorum zaar.) 

   Annem orijinal hatun vesselam. Misafiri eksik olmaz. Gelenin bir daha gelesi gelir. (Uykusu gelen edebiyatçı cümlesi. Yine gelmek mi dedim.. ) 

  Orijinalliği hayatına yansıyan annemin, dekor ve bahçe bitkileri de bundan payını alıyor bittabi. 

  Müze gezen Japon turist hassasiyetiyle hepsinin resmini çektim. Hadi gel bakalım da içimiz açılsın gadasını aldığım... ❤




























⭐ 






When scientific theory constrains

It's good from time to time to reflect on how we know what we think we know.  And to remember that, as it has been in any time in history, much of what we now think is true will sooner or later be found to be false or, often, only inaccurately or partially correct.  Some of this is because values change -- not so long ago homosexuality was considered to be an illness, e.g.  Some is because of new discoveries -- when archaea were first discovered they were thought to be exotic microbes that inhabited extreme environments but now they're known to live in all environments, even in and on us. And of course these are just two of countless examples.

But what we think we know can be influenced by our assumptions about what we think is true, too. It's all too easy to look at data and interpret it in a way that makes sense to us, even if there are multiple possible interpretations.  This can be a particular problem in social science, when we've got a favorite theory and the data can be seen to confirm it; this is perhaps easiest to notice if you yourself aren't wedded to any of the theories.  But it's also true in biology. It is understandable that we want to assert that we now know something, and are rewarded for insight and discoveries, rather than more humbly hesitating to make claims.

Charitable giving
The other day I was listening to the BBC Radio 4 program Analysis on the charitable impulse.  Why do people give to charity?  It turns out that a lot of psychological research has been done on this, to the point that charities are now able to manipulate us into giving.  If you call your favorite NPR station to donate during a fund drive, e.g., if you're told that the caller just before you gave a lot of money, you're more likely to make a larger donation than if you're told the previous caller pledged a small amount.

A 1931 advertisement for the British charity, Barnardo's Homes; Wikipedia

Or, if an advertisement pictures one child, and tells us the story of that one child, we're more likely to donate than if we're told about 30,000 needy children.  This works even if we're told the story of two children, one after the other.  But, according to one of the researchers, if we're shown two children at once, and told that if we give, the money will randomly go to just one of the children, we're less likely to give.  This researcher interpreted this to mean that two is too many.

But there seem to me to be other possible interpretations given that the experiment changes more than one variable.  Perhaps it's that we don't like the idea that someone else will choose who gets our money.  Or that we feel uncomfortable knowing that we've helped only one child when two are needy.  But surely something other than that two is too many, given that in 2004 so many people around the world donated so much money to organizations helping tsunami victims that many had to start turning down donations.  These were anonymous victims, in great numbers.  Though, as the program noted, people weren't nearly as generous to the great number of victims of the earthquake in Nepal in 2015, with no obvious explanation.

The researcher did seem to be wedded to his one vs too many interpretation, despite the contradictory data.  In fact, I would suggest that the methods, given what were presented, don't allow him to legitimately draw any conclusion.  Yet he readily did.

Thinness microbes?
The Food Programme on BBC Radio 4 is on to the microbiome in a big way.  Two recent episodes (here and here) explore the connection between gut microbes, food, and health and the program promises to update us as new understanding develops.  As we all know by now, the microbiome, the bug intimates that accompany us through life, in and on our body, may affect our health, our weight, our behavior, and perhaps much more.  Or not.


Pseudomonas aeruginosa, Enterococcus faecalis and Staphylococcus aureus on Tryptic Soy Agar.  Wikipedia

Obesity, asthma, atopy, periodontal health, rheumatoid arthritis, Parkinson's, Alzheimer's, autism, and many many more conditions have been linked with, or are suggested to be linked with, in one way or another, our microbiome.  Perhaps we're hosting the wrong microbes, or not a diverse enough set of microbes, or we wipe the good ones out with antibiotics along with the bad, or with alcohol, and what we eat may have a lot to do with this.

One of the researchers interviewed for the program was experimenting with a set of identical twins in Scotland.  He varied their diets having them eat, for example, lots of junk food and alcohol, or a very fibrous diet, and documented changes in their gut microbiomes which apparently can change pretty quickly with changes in diet.  The most diverse microbiome was associated with the high fiber diet. Researchers seem to feel that diversity is good.

Along with a lot of enthusiasm and hype, though, mostly what we've got in microbiome research so far is correlations.  Thin people tend to have a different set of microbes than obese people, and people with a given neurological disease might statistically share a specific subset of microbes.  But this tells us nothing about cause and effect -- which came first, the microbiome or the condition?  And because the microbiome can change quickly and often, how long and how consistently would an organism have to reside in our gut before it causes a disease?

There was some discussion of probiotics in the second program, the assumption being that controlling our microbiome affects our health.  Perhaps we'll soon have probiotic yogurt or kefir or even a pill that keeps us thin, or prevents Alzheimer's disease.  Indeed, this was the logical conclusion from all the preceding discussion.

But one of the researchers, inadvertently I think, suggested that perhaps this reductionist conclusion was unwarranted.  He cautioned that thinking about probiotic pills rather than lifestyle might be counterproductive.  But except for factors with large effects such as smoking, the effect of "lifestyle" on health is rarely obvious.  We know that poverty, for example, is associated with ill health, but it's not so easy to tease out how and why.  And, if the microbiome really does directly influence our health, as so many are promising, the only interesting relevant thing about lifestyle would be how it changes our microbiomic makeup.  Otherwise, we're talking about complexity, multiple factors with small effects -- genes, environmental factors, diet, and so on, and all bets about probiotics and "the thinness microbiome" are off.  But, the caution was, to my mind, an important warning about the problem of assuming we know what we think we know; in this case, that the microbiome is the ultimate cause of disease.

The problem of theory
These are just two examples of the problem of assumption-driven science. They are fairly trivial, but if you are primed to notice, you'll see it all around you. Social science research is essentially the interpretation of observational data from within a theoretical framework. Psychologists might interpret observations from the perspective of behavioral, or cognitive, or biological psychology, e.g., and anthropologists, at least historically, from, say, a functionalist or materialist or biological or post-modernist perspective. Even physicists interpret data based on whether they are string theorists or particle physicists.

And biologists' theoretical framework? I would suggest that two big assumptions that biologists make are reductionism and let's call it biological uniformitarianism. We believe we can reduce causation to a single factor, and we assume that we can extrapolate our findings from the mouse or zebrafish we're working on to other mice, fish and species, or from one or some people to all people. That is, we assume invariance rather than that what we can expect is variation. There is plenty of evidence to show that by now we should know better.

True, most biologists would probably say that evolutionary theory is their theoretical framework, and many would add that traits are here because they're adaptive, because of natural selection. Evolution does connect people to each other and people to other species, it has done so by working on differences, not replicated identity, and there is no rule for the nature or number of those differences or for extrapolating from one species or individual to another. We know nothing to contradict evolutionary theory, but that every trait is adaptive is an assumption, and a pervasive one.

Theory and assumption can guide us, but they can also improperly constrain how we think about our data, which is why it's good to remind ourselves from time to time to think about how we know what we think we know. As scientists we should always be challenging and testing our assumptions and theories, not depending on them to tell us that we're right.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...