Kadın


Adı kadın olan yazının üzerine sakıncalı damgası vurulmak isteniyor eminim, ama kadınlar diye başlanan cümlelere de tahammül yok . Feminiklik yasaklı düşünce malum . Amma ve lakin mesele ‘’feminiklik yapmak ‘’ değil. Bunca sevgisizliğe terk edilmiş kadının yalnızlığının hesabını sormak. Birazcık sevilmek için adamı (!) için yıllarca uğraşıp didinen onca kadın…
   Sevmediği adamların koynunda ölüme terk edilen, tecavüzcüsüne teslim edilen , alnının çatından töre ile vurulanları söylemiyorum bile.
  Sevmiş seçmiş evlenmiş buna rağmen aşksızlıkta kadınlıklarından vazgeçmiş susmuş kadınlar. Bir çay sohbetinde gözündeki yalnızlığı görebildiğin kocasıyla yan yana film izlemeye heves eden kadınların, ayrıldığı kocasının ardından kadınlığını reddetmiş kadınların, sevgilisi ile el ele sokakta yürümemiş yüreği hep yarım kalmış kadınların insanın ta içine oturan yalnızlıkları.
  
     Yalnız kadının sessiz çığlığı , analığının arkasında unutmayı seçtiği kadınlığı zamanla sevgisizlikle katılaşan kalplere dönüştürülmeleri …
 
   Adalet …
Nerdesin ,
   adaletli dağıtılmamış bunca keder neden …
  
   Değiştiremeyecekleri sandıkları bu acımazsız düzenin içinde  her çağda kendinden vazgeçmiş kadınlar yaratabilmek  sanırım bu acı otoritenin kaynağı …  Değişmeyen dönüşen gam.  Biriken ah.
Onca kadın , bince kadın , milyonca kadın ...
  

   ahlarını ağaç edip şiirler yazmış mesela bi kadın  
      Başka bir kadın avaz avaz ağıtlar yakmış
           Bir başkası öldürülmüş
               Bir diğeri susmuş
                   Biri yılmış
 
                Milyonu yanmış …


   Mevzu feminiklik değil siz onu hiç anlamıyorsunuz. Bunca ahın döküldüğü o ağaç var ya şair kadının ağacı o ağaçlar orman oldu zamanla çok çok çok zamanla . Ah’lar ormanı …
  Bilirsiniz ormanların çok olduğu yerde yağmur çok olur der coğrafya kitapları.
 Bu topraklara bu denli ah yağmasının nedenidir kurduğunuz Ah’lar ormanı        

     

A Garden of Roses



I have been travelling around in my van for some weeks over the last two months, partly selling at Fairs and partly enjoying seeing this beautiful country of ours, and undoubtedly one of the highlights of my latest trip was visiting Great Chalfield Manor near Melksham in Wiltshire.



It is so quintessentially English and romantic; a medieval moated manor house with walled gardens, topiary and sumptuous planting.








Above all, the garden was just dripping with roses; in the borders, climbing the walls, smothering the trees.... it reminded me of the description of the moment when Mary Lennox first passes through the door into the Secret Garden (though of course Mary sees the garden in winter, in its dormant state, but knows what beauty is to come): 

'It was the sweetest, most mysterious-looking place any one could imagine. The high walls which shut it in were covered with the leafless stems of climbing roses, which were so thick that they were matted together. All the ground was covered with grass of a wintry brown, and out of it grew clumps of bushes which were surely rose-bushes if they were alive. There were numbers of standard roses which had so spread their branches that they were like little trees. There were other trees in the garden, and one of the things which made the place look strangest and loveliest was that climbing roses had run all over them and swung down long tendrils which made light swaying curtains, and here and there they had caught at each other or at a far-reaching branch and had crept from one tree to another and made lovely bridges of themselves.'

                                           Frances Hodgson Burnett














 The Manor is currently being used in the filming of Hilary Mantel's novel 'Wolf Hall', as the home of Thomas Cromwell. I look forward to seeing that when it comes out!








YASAK

Sana yasak olmayan birine yasak olmak …
 Şu yasak  elmayı yemeseydik de şarkının dediği gibi zehir zıkkım olmasaydı bal badem.
 Yıllar önce ben o zamanlar hayatı pek de sallamadan, elimde t cetvelim mimarcılık oynuyorum. Fakülteye gidiyorum arkadaşlarımla kule dibinde  buluşup tekelden aldığımız biraları içip geçen kedinin kuyruk sallamasının şahane komikliğine şen kahkahalar atıyorum ve kendimi yeterince büyümüş hayatı çakmış sayıyorum.  
   Birbiri ardı sıralanan hafif gencecik günler geceler geçiriyorum ve bir gün okulda öğrenci işlerinde bizim fakültede olduğunu öğrenci işlerindeki memurun bas bas mimarlık fakültesi ile ben ilgilenmiyorum ilgilenen arkadaşım izinde diye bağırması ile öğrendiğim genç bir adamı görüyorum.

 
 
*****************


      Bir üniversitenin insanın dirhem dirhem yiyen departmanı olan öğrenci işlerinde kader ortağı iki zavallıydık. Bu kader birliği bizi kapıdan çıkar çıkmaz yer yer nahoşlaşan hakaretamiz sözler savurmaya sevk etti. E sonrası tanıştık ve arkadaş olduk . Arkadaşlık kurmakta çok da zorlanıyor sayılmazdım zaten .
   Öğrenci işlerindeki işleri koştururken fark etmeden biz baya baya konuşur olmuşuz , iki genç insan sık sık görüşen zaman geçiren ve birlikte eğlenen ..
Beklenen son …
 Artık arkadaş olamayacak kadar yakındık .

  Bir adamın gözlerine ve bedeninin her zerresine teslim olmak üzereydim biliyordum. Hayatımın tamamına yayılmıştı sadece o var gibiydi nasıl olduğunu hala anlayamadığım bir hızla oldu herşey hangi duygu ne zaman bir başkasına dönüştü. Dostluk nerede bitti aşk nerede başladı sevgim bu durumun neresindeydi hala bilmiyorum. Ama bir gün hayatın mükemmel akışını bozan o kilişe durum gerçekleşti kader tekerime çomağını soktu ben o adamın hayatında  biricik olmadığımı öğrendim . Benim evimde gönlümde odamda masamda dolaşan adam başka bir kadının da gönlündeymiş meğer.

Sonrası amalarla başlayan cümleler …
 
Ve inanmaya hazır aptal bir kalp …

Kız(a)mamıştım ben mutlaka mantıklı bir açıklaması vardı muhtemelen kırmak istemiyordu karşısındaki diğer kadını , en uygun zamanı bekliyordu söyleyecekti ben başkasına aşığım onun elini tutmaya karar verdim diyecekti emindim ben bundan.Oysa hayatımdaki herkes bu durum karşısında bana acil harekat planları hazırlayıp  final konuşmaları yazıyordu.  Ama anlayamıyordum nasıl oluyordu da benden başka kimse aramızdaki şeyin gerçekliğini fark edemiyordu. O adam beni seviyordu bundan emindim. Hayatımdaki herkes tutturmuştu bir güven , saygı …
  
 Gözümü neyin kararttığını bilmiyorum bir müddet devam etti sonra nasıl uyandım onu da bilmiyorum süreç uzuyor ben yasak bir ilişkinin bilinmezliğine sürükleniyordum.Bizi bir kenara bırabildiğim bir pazar gecesi o kadını düşündüm içinde bulunduğum durum nerden baksan bir ilişkiyi bozan gurursuz üçüncü şahısın haliydi.Olamazdı mümkün değildi öptüğüm adamın benden önce bir başka kadını öpmüş olabilme ihtimali ruhumu kemirirken hala bu durumu bilmeyen o kadına bunu yapamazdım. Birilerinden nefret etmeliydim ama bulamıyordum.Biz birbirimizi tamamlıyorduk zaten gerçek olan bizdik . O gece karar verdim bu böyle olmazdı o ya bana gelecekti ya da bu ilişki bitecekti. Bu şekilde yaşamam mümkün değildi. Dedim git o kadına yaptığın bu haksızlığa beni ortak etme, bu güne kadar olan her şeyin vicdan azabı bana yeter.Gitti ve ben kendimi üstümde mont koltukta ağlarken buldum . Birileri gelip gidiyor göz yaşımı siliyordu hayal meyal hatırlıyorum hala net değil . Kıpkırmızı bir tutku ile bağlandığım o adam elimi aşkla tutmaya cesaret edememişti. Vücudumuzu yakan tutku iki gönle bir aşk edememişti.
  Kendimi karşılıksız bir teslimiyetle ömrüne sermiştim gözünde kayboluyordum. Bİr bakışında içim erirken bir gel demesine sahip olduğum hayatı bir çırpıda yakabileceğim o adam bana gelmemişti.
 
 Üzerimden hayat  geçti , gönlüm dünyanın etrafından  geçen iki kışın ardından daha serinlemiş, aklımı duyar olmuştu . Haklı çıkmışlardı dostlarım güven ve saygı çok önemliydi  Ben güvenilmez  ve hayatındaki insanlara saygı duymayan bir adama aşık olmuştum. Çok gün ve gece geçti  olmazı her haliyle kabul edebildiğim o kritik eşiği geçtim.  Olmazı kabul ettim yanlış bir adamı sevmiştim. Yalnız sevmiştim. Tek başına üç kişilik bir ilişki ile sınanmıştım ama ruhumda birkaç ufak sıyrıkla kurtulmuştum. Çok şükür, eğer bir adım daha atsaydım ruhum altında kaldığı enkazdan sağ çıkamazdı şimdi bunu çok daha iyi anlıyorum.
   
Bugün uzak bir anı olan o sonbaharın üzerinden tam on yıl geçti ben otuz iki  yaşında bir kadın oldum. Bir çok aşktan geçtim yolumda yürürken, yorduğum yorulduğum zaman zaman yaralandığım ve belki de benim de başkalarını yaraladığım aşk oyunlarında sınandım, büyüdüm , değiştim …
  
  Ama aklımda tek bir soru yıllardır soramadığım tek bir soru ?
  Nasıl ?
 Nasıl oldu da bana yasak olmayan bir aşkın içinde kendini bana yasak edebildin ?
  Nasıl oldu da iki kadını  birden aynı aşkın karasında boğabildin ?
    Nasıl yaptın ha
                   neden yaptın ?  

YARIM


‘’Fikrimizi atmosferde , karakterlerde,farklı karakterler arasındaki
çatışmalarda boğmayı tercih ettik.Hayatın benzersiz yönünü göstermek ve sıradan olanı
benzersiz olanla ifade etmek, sonsuz derecede
büyük olanı ,sonsuz derecede küçük olanla ilişkilendirme becerisi beni
her zaman etkilemiştir.’’

BERGMAN


 


Sıcak bir yaz sabahı…
Okulları kapanınca tatilleri başlamayacak kadar büyümüş olduklarını  fark eden genç insancıklar ..
Biten okullar, edilen yeminler , kurulan sofralar , atılan kahkahalar , aydınlanan gün …
Her şeyin normal seyrinde ilerlediği bir sabah  aslında …
Hayata daha kolay karışmaya sağlayacağını düşündüğü ehliyeti almak çin direksiyon dersi alan genç bir kadın , direksiyon dersi veren altmış sekiz yaşında bir adam . Dersler ilerlemiş artık direksiyonda sohbet edebilme kıvamına gelmiş öğrenci.

  O gün de işte havadan sudan geçmişten bugünden konuşuluyordur. Gayet anlaşılabilir bir yaşanmamışlık hırsı ile siz çok şanslısınız bizim zamanımızda diye başlayan  zamane gençlerinin sahip olduğu  ! özgürlüklerden hesap soran  tonlamalarla devam eden bir sohbet vardır arabada.
  Direksiyondaki genç kadın arabayı ‘stop ettirmemek ‘ için debriyaj fren dengesi hakkında kendi içinde geometrik hesaplar yapmaya çalışırken  hoca sanki dün akşam ne yediğini anlatıyormuşcasına sakin sakin  konuşmasına devam etmektedir.
  
  ‘’ Siz çok şanslısınız.Bizim zamanımızda analar babalar her şeye karışırdı. Ben Kabataş Lisesindeydim okuyamadım ama orayı eee babamların durumu çok iyi değildi . Oradaki zengin çocuklarına ayak uyduramadım sanat okuluna geçtim. Annem hiç istemedi. Neyse okul bitti askerlik falan memurluk sınavlarına soktular beni . Girmek istemedim sınava ,çünkü o zamanlar memura kız vermezlerdi.E maşımda bir memur maaşının üç katı falandı. Kazanamayayım diye kopya çektim sınavda hoca beni yakalasın da sınavdan atsın diye yakaladı da . Tam çıkarken sınıftan başka bir tanesi tuttu beni kağıdımda görmüş sanat okulu mezunu olduğumu postaneye teknik bölüme gel dedi. Girdim otuz sene altı ay çalıştım PTT de. Ben çalışırken orada 24 yaşındayım benle yaşıt memur bayan bir arkadaş vardı  sevdik birbirimizi. Peder bey birgün  bizi  birlikte  görmüş olmaz o iş dedi ‘’
- Neden olmaz dedi.

‘’ Nişan atmışmış o zamanlar nişan atmak evlenip boşanmakla bir, o kızı bana almazmış . Ben olmaz istiyorum dedim , araya birilerini soktu kızın tayinini trakya ya aldırdı. Ben bir sene gittim geldim . Anneme dedim bu kızı iste diye. Annem gitmiş bizim oğlan sizin kızı sevmiş babasının oluru yok ama biz usulen geldik istemeye demiş. Şimdi senin babana böyle deseler kovmaz mı adam gelen görücüyü.Kovar tabi. Babası beni kenara çekti oğlum biliyorum bir senedir sen bizim kapımızdasın kızımı seviyorsun istersen iç güveyi olarak gel dedi ama ben yediremedim kendime. İç güveyi ne biliyor musun ?
 
 - Evet damat gelinin ailesinin yanına taşınıyor.

‘’ Evet öyle olmazdı sonra yarın bir gün biz seni adam ettik derler yediremem gururuma diye kabul etmedim. Kısa bi zaman sonra evlendi bana da sen de evlen unut beni dedi. Dinledim onu önüme ilk çıkan insanla nişanlandım.’’

 - Şimdi seviyor musunuz peki eşinizi ?

‘’İşte evlendik çoluk çocuk. O zaman nişanlıyken dedimdi ben sana aşık değilim, aşık olamıyorum diye Sen ne yaparsın böyle bir durum karşısında? ‘’
  
- Bilmem nişanı atardım herhalde .

‘’ O gitti intihar etti . Sonra da evlendik . ‘’

’ Otuz sene sonra,  birkaç yıl önce ,Mecidiyeköy’de gördüm onu . Yarım saat takip ettim o da anladı,beni tanıdı. Ama ne o konuştu ne ben . Ne konuşacaksın ki ‘’

…..


‘’ Şimdi sola sinyal ver ayağını gazdan çek sola gir .Heyecanlanmazsan alırsın ehliyeti  ‘’

 ...






Çünkü...

Çünkü aslında korktuk sevmekten...

Lakin dualar ediyorduk mutlu bir ömür için.... Gelince, gülünce, sevince dört yanımızı huzur sardırabilendi  beklediğimiz... Yansın istedik içimiz, şükretmekti dilediğimiz. Kaderimizde yazılı olanla geçsin biçilen ömür, el ele gönül gönüle.... Vedalara veda edelim... Şarkılar söyleyip yazalım kalbimizin tek sahibine....

Çünkü yorgunduk ezelden...

Öncekilerden, önceliklerden... Sorumluluk zor işti, sorumsuzluk gibi bir seçenek de varken. Yaşanmışlıklar adasına sıkışmıştık, teknemiz yoktu, yelkenimiz yoktu... O adaya düşerken yanımıza alacağımız üç şeyi de almamıştık... Eeee biz zaten o adaya düşmeyi aslında hiç planlamamıştık.

Çünkü yaralıydık derinden...

Dünlerimizden, bugünümüzde olanlardan, yarınımız olacaklardan. Düştük, kaldırmak isteyen elleri tutamadık; tam kalkacakken bırakıverir diye. Sendeleye sendeleye kendi emeklemelerimizle öğrendik yürümeyi yaralarımızın kurumayan kanlarını el yordamı ile sile sile.

Çünkü güvenemezdik yeniden....

Önce yapamayız sandık. Alıştık sonra, öyle alıştık ki kendi kendimize başarabildiklerimize;  güvenmeye çalışarak geçecek vakte acıdık. Tek güvendiğimiz kale kendimize sığındık.

Çünkü çocuktuk hala...

Anne-Babamızın kanatları ile uçuyorken, bir uçurumdan aşağı salıverdik kendimizi elbet havalanırız diyerek. Bitmedi evcilik, bitmedi sonu mutlu oyunlar. Prenses olduk, gelin olduk, anne olduk... Sığındık tuğlaları gülücüklerden örülmüş evlere. Yemeğimizi aşka pişirdik, kahkakalar ile şenlendirdik sofraları ve uykulara huzurla yattık; melek kanatlarından yapılmış yatakların içinde.

Çünkü benim hala umudum var...

Nefret kuşanmış kalplere inat sadece severek...

Çünkü ben daha önce hiç vazgeçmedim!!!


BERLİN’DEKİ MÜZE PROJESİ SONRASI NOTLAR

Nisan ayının ilk günlerinde, mail kutumda Almanyadaki “Federal Almanya Kültür Vakfı (Kultur Stiftung des Bundes)’ndan gelen bir mail buldum. 2012 senesinde Berlin’deki Hamburger Bahnhof Çağdaş Sanat Müzesi’nde gençlerle yaptığım projeden dolayı bana yeniden geri döndüklerini belirtip; bu defa Berlin ve Almanya çapındaki tüm müzelerde uygulanabilecek yeni konseptler geliştirmek istediklerini, onlarla çalışmak isteyip istemediğimi soruyorlardı. Geliştirmek istedikleri yeni projenin soruları ise şöyleydi: Müzeleri çocuklar ve gençler için nasıl daha ilgi çekici yerler haline getirebiliriz? Müzelerde sergilenen eserlerin çocuklar ve gençlerin yaşamları ve gerçeklikleri ile bağlantısı nedir ve bunu projeler aracılığı ile nasıl ortaya çıkartabiliriz?

Bu proje, tiyatro pedagogu ve hikaye anlatıcısı olarak elbetteki beni çok heyecanlandırdı. Fakat  görüşmelerimiz sürdükçe kafam karışmaya başladı. Anlaşılan bu proje fikrini öne atanlar içinde başlangıçta projenin çerçevesi çok net değildi. Anlamadığım bir şey vardı? Nasıl olacaktı bu? Belirtilen tarihler arasında Berlin’deki Bode müzesinde çocuklar ve gençlerle birlikte mi çalışacaktım? Bunun için İstanbul’dan bir konsept  geliştirerek mi gitmeliydim? Yoksa söz konusu olan başka bir format mıydı? Bir süre sorularım cevapsız kalsa da sonunda, bunun sanatçı ve bilimsel uzmanları bir araya getiren ve bu birliktelikten yeni fikirler ortaya çıkarmayı amaçlayan bir atölye çalışması olduğunu anladım. Ama çalışmanın ayrıntılarını henüz bilmiyordum ve rahatlamaya karar verdim. Nasılsa Berlin’e gidince geriye kalan ayrıntıları öğrenecektim :)

14, 15, 16 Mayıs tarihlerinde sekiz sanatçı ve uzman Berlin Bode müzesinde buluşacak, müzeden aldıkları ilhamdan yola çıkarak, disiplinler ve müzeler arası projeler geliştireceklerdi. Bu üç günlük buluşmada gruplar halinde veya tek tek çalışmak mümkündü. Üç gün boyunca çalıştıktan sonra,  geliştirdiğimiz konsepti ve sorularımızı yazılı olarak iletip projeyi sonlandıracaktık. Atölyenin gerçekleşmesine bir hafta kala katılımcılar da netleşdi. Almanya dışından ve Almanya’nın farklı şehirlerinden 8 farklı sanatçı ve bilim insanı bu atölyeye davet edilmişti. Bu isimler şöyleydi;
  • Claudia Ehgartner , MUMOK Yöneticisi / Müze Pedagogu, Viyana 
  • Patrik Presch, Fotoğraf Sanatçısı, Almanya  
  • Uta Plate, Tiyatro Pedagogu, Almanya 
  • Claudia Hanfgarn, Dansçı/Dans Pedagogu, Almanya
  • Christopher Dell, Müzisyen/ Komponist, Almanya 
  • Rabi Georges, Tiyatrocu/ Performans Sanatçısı, Dubai 
  • Christine Gerbich, Sosyolog / Müze Pedagogu, Almanya
Ben Istanbul’daki işlerimden dolayı ancak son iki güne katılabilektim. 14 Mayıs akşamı Berlin’e indim. 6 yıllık Berlin ikametimden sonra yaklaşık bir yıldır artık Berlin’de yaşamıyorum ve bu şehre her geldiğimde, havaalanına ayak bastığım an içimden kocaman çığlıklar atıyorum, “BERLİN, ICH LIEBE DICH”, SENİ SEVİYORUM BERLİN” :) Ve sanki oradan hiç gitmemişim gibi hissediyorum. 14 Mayıs akşamı da, havaalanına ayak basar basmaz, bu duygular ve ertesi sabah başlayacağım projenin heyecanı beni sardı. 


1.GÜN

15 Mayıs sabahı, saat 10.00’da Bode Müzesi’nde olacak şekilde yola koyuldum. Hava güneşli, alışılmış, gri ve yağmurlu gökyüzü yok, güneş beni selamlıyor adeta. Benim için güzel bir başlangıç oldu bu. 

Berlin Bode Müzesi


Çalışma odasına girdiğimde gülen yüzlere eşlik eden tereddütler görünce, ne yalan söyleyeyim rahatladım biraz. Demek ki, projede tam olarak ne yapacağını henüz anlamamış bir tek ben değildim :) Kafalar karışık, sorular herkesin yüzünden okunuyor. Davetli sanatçılar, proje yöneticileri, müze müdürü, herkes merakla birbirine bakıyor, hem yeni yüzleri hemde süreci nasıl geçireceğimizi anlamaya çalışıyoruz. 
 
Elbetteki bu kadar merak, bilinmezlikler ve sorulara (yani “kaosa”) önceden hazırlanılmış yol haritaları, ilk günkü (14.05.) çalışmadan çıkarılmış konular ve çalışma grupları (yani “düzen”) de eşlik ediyordu. Kahve eşliğinde geçirdiğimiz tanışma aşamasından sonra ilk gün neler yapıldığını, müzeyi gezerek hangi çalışma başlıklarının çıktığını ve kimin hangi grupta çalıştığını dinledim. İlk gün müze gezisi sırasında şu genel çalışma başlıkları belirlenmişti.

1.günden çalışma notları


1.günden çalışma notları


1.günden çalışma notları


1.günden çalışma notları



  1. Mekan
  2. Algılar? Neyi nasıl algılıyorum?
  3. Anlatılar / Hikayeler
  4. Çağdaş Karşılaşmalar
  5. Hareket / Performatif olan

Bu başlıkların hepsi beni heyecanlandırsa da birini seçmek zorundaydım ve elbetteki Anlatılar/Hikayeler grubuna dahil olmaya karar verdim. Grupta bir gün önce iki kişi varmış ve onlardan biri o gün hasta olduğu için gelememiş. Önceki günden bir tek sosyolog Christine Gerbich kalmış. Ben ve  müze yöneticisi Dr. Julien Chapuis bu grupta olmak istediğimizi belirttik ve üçlü yolculuğumuz başladı. Bir süre birlikte çalışacak, birlikte sorular soracak ve birlikte olası proje fikirleri üzerine düşünecektik. Sürecin sonunda herkes bilgisayarıyla baş başa kalacak ve kendi projesini üretecekti. Çalışmaya ilk olarak müzeyi gezmekle başladık. Dr. Julien Chapuis bize müzedeki en sevdiği eserleri gösterdi ve bu eserleri nasıl algıladığını ve onun için müzelerin neden önemli olduğunu anlattı. Ayrıca bay Chapuis müzeye gelen gençleri bazen kendisinin  gezdirdiğinden bahsetti. Bu gezilerinde onun için önemli olanın; gençlere kuru,kitabi bilgi aktarmak olmadığını söyledi. Onun için önemli olanın, müzedeki eserler yardımıyla  gençlerin algılarının değişmesi olduğunu belirtti.
Örneğin “Virgin and Child” eserini anlatırken; bu eserin ana temasının dönüşler olduğunu, Meryem Ananın bedeni hareket etmese de elbisesinin kıvrımları, saçlarının lülesi ve bebek İsa’nın saçlarının lülesine baktıkça otomatik olarak eserin etrafında dönmeye başladığımızı belirtti. Ve bu eserin sunduğu yakınlık, koruma duygusu. Gençler bu temaları fark edip, kendilerini eserin etkisine bıraktıklarında algıları zaten değişiyor ve buradan “değişmiş” olarak çıkıyorlar, diye devam etti. Ayrıca geliştirilecek yeni projelerde bu tarzda etkileri yaratabilmeyi çok istediğini belirtti. 

Bode Müzesindeki VIRGIN and CHILD

Gezinin sonraki kısımlarında daha önce bir dans pedagogu ile yaptıkları bir projeden bahsetti. Projenin konusunun “Duygular” olduğunu söyledi. Gençler müzede gezip, eserlere dikkatlice bakmışlar ve eserlerin barındırdığı duyguları not edip, daha sonrada bu duyguları bedenleri ve yaptıkları maskelerle bir gösteriye dönüştürmüşler.
Dr. Julien Chapuis öyle iyi bir hikaye anlatıcısıydı ki, Donatello’nun bir eserinin yanında yine duygulardan bahsederken gözyaşlarıma hakim olamadım. Ağladığımı gören Christine’de göz yaşlarını tutamayınca, bay Chapuis omzuma, sanki bu gözlaşlarını anladığını ifade edercesine sessizce dokunuverdi. Bu karşılaşma sadece entelektüel düzeyde gerçekleşen bir karşılaşma değil, “insani” düzeyde, duyguların yoğun olduğu bir karşılaşma olmuştu. İşte bu benim geliştirmek istediğim projenin ilk tohumu oldu. “Ziyaretçiler, görünen eserin gizlediği duygulara nasıl ulaşabilirdi?”

Öğleden sonra, tüm ekip bir araya geldik ve proje hakkında yeniden konuşmaya başladık. Herkes, yavaş yavaş belirmeye başlamış olan ilk proje fikirlerinden bahsetti.Daha sonra; farklı liselerden gençlerin, okul müdürünün, farklı sanatçıların ve kültür sanat yöneticilerinin katıldığı world cafe aşamasına geçtik. Bu metodla birbirinden farklı bir çok kişi, bir masanın etrafında toplanıyor ve kolaylaştırıcı eşliğinde tartışılan konu ile ilgili farklı görüşler toplanıyor.  (http://kolektifbilinc.wordpress.com/ortak-akil/).

Aramıza sadece world cafe için katılmış kişilere, “Müzelerin daha çekici hale getirmek için ne yapmalıyız?, Ne olursa müzeleri ziyaret etmek istersiniz?” gibi sorular sorarak, gençlerin perspektifini anlamaya çalıştık. Aldığımız cevaplardan bazıları şöyleydi;

Lise öğrencileri;
  • Müzede yaşı ilerlemiş, asık suraklı insanlar çalışıyorlar. Bizim gibi gençleri de çalışma ekibine alsalar nasıl olurdu?
  • Bode Müzesinin girişi çok sıkıcı, burası nasıl daha atraktif hale getirilebilinir?
  • Müzelerin yaşadığımız çağ ile bağı nasıl kurulabilinir?
  • Müzelerde bizim de katılabileceğimiz; film, tiyatro, dans, anlatı vs. etkinleri tasarlanabilir mi?
  • Müze duvarları neden daha renkli değil?
  • Okuldaki dersleri, özellikle de tarih dersini müzelerde yapabilir miyiz?
  • Neden hep müzelerde sessiz olmak zorundayız? Haftanın belirli günlerinde müzelerde istediğimiz gibi gürültü yapsak nasıl olur?:)
  • Müzelerde eserleri sergilenen sanatçıların, o zamanlar nasıl yaşadığını anlatan belgeseller olsa, nasıl olurdu?

Okul müdürü ise world cafede şu soruları sordu;
  • Okullardaki kimi dersleri ( sanat, tiyatro vs.) müzelerde yapabilir miyiz?
  • Genellikle biz, okullar olarak müzelere geliyoruz. Neden müze çalışanları da okula gelip, bize kendilerini anlatmıyorlar?
  • Okulda müze nasıl olurdu?
  • Daha misafirperver bir karşılama olabilir miydi?

 
World Cafe notları

Worl Cafe’de cesurca sorular sorup, yeni fikirleri de not ettikten sonra, günün geri kalan kısmında kendi aramızda çalışmaya devam ettik. Oldukça yoğun geçen bir günün sonunda müzeden dışarıya çıktığımda sıcacık Berlin güneşi içimi ısıtmaya devam ediyordu. Akşam güneşinin altında, aklımda binbir düşünce saatlerce yürüdüm.

Müze önünde ben :)

2. GÜN

Son gün her sanatçı çalışmaya nasıl devam edeceğine kendisi karar verdi. Ben ilk gün kaçırdığım Speed-Dating programını yapmak istedim. Geliştirdiğim ve üzerine çalışmaya başladığım proje fikri Bode Müzesi ve İslam Sanatları Müzesi arasında geçiyordu. Bunun için İslam sanatları müzesinin Kültür Pedagogu ile çalışmak istiyordum. İki gün boyunca Bode Müzesi hakkında çok şey duymuştum. Ama İslam Sanatları Müzesini henüz çok iyi tanımıyordum. Bu çalışmada müze ile ilgili merak ettiğim herşeyi sorabilecektim. Yaptığımız konuşma sonrası İslam Sanatları Müzesinin çok daha iyi tanıtım. Projemde yavaş yavaş ete kemiğe bürünmeye başladı. 2.günün geri kalan kısmında Bode Müzesini  tek başıma gezip, ilham kaynaklarımı teker teker fotoğraflayıp, notlar almaya başladım. Projem ve sorularım neredeyse son hailini almış gibiydi. Yine de kendime düşüncelerimin olgunlaşması için biraz daha zaman vermek istiyordum.

16 Mayıs Cuma öğleden sonra, üç günlük yoğun karşılaşma ve çalışma sonrası veda vakti gelmişti. Kapanış çemberinde proje fikrini ortaya atan vakıf çalışanları, bizlerden her ince ayrıntısı düşünülmüş, hazır konseptler istemediklerini; mümkünse vizyoner düşünüp aklımıza gelebilecek her türlü soruyu sorabileceğimizi söylediler.Öte yandan da; önereceğimiz somut, genel hatlarıyla yazılmış, yeni proje fikirlerini de beklediklerini belirttiler. Burada bir kez daha anladım ki, bu süreç onlar içinde oldukça deneysel bir süreçti ve gelebilecek her türlü yeni fikre açıktılar. Ben de hem sorularımı, eleştiri noktalarımı, önerilerimi hemde geliştirdiğim somut proje önerisini yazmaya karar verdim.

Proje sonrası 4 gün daha Berlin’de kaldım. Berlin sokaklarında gezdim, dostlarımla buluştum. Proje fikirlerimin olgunlaşması için kendime biraz zaman tanıdım. Daha sonra Josep Campell’in “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” fikrinden yola çıkarak, disiplinler ve müzeler arası uygulanabilecek bir Hikaye Anlatıcılığı projesi geliştirdim. Şimdilerde proje fikirleri değerlendirme aşamasında. Büyük olasılıkla sonbaharda tekrar buluşup fikirleri geliştirmeye devam edeceğiz. Almanya’daki müzelerde önümüzdeki dönemlerde uygulanacak projelerin kaynağı bu üç günlük konsept geliştirme çalışması olacak.

Bu sürecin bana düşündürdüklerine gelince;
  •  Müzeler gibi kökleşmiş her kurumsal yapı yenilenmek, çağa ayak uydurmak istiyorlarsa herşeyden önce varlığı ve var olma biçimi üzerine cesurca sorular sorabilmelidir.
  • Bu sorgulama süreçlerinde, kurumun dışından davet edilmiş dış gözler sürecin daha verimli geçmesine yardımcı olabilirler.
  • Sanatçıların ve alanında uzman farklı bilim insanlarının bu tarz süreçlere dahil olması, çözüm önerilerini zenginleştirebilir.
  • Neden Türkiye’de sanatçılar, özellikle çağdaş sanatçılar müze, okul vb. gibi kurumlarla birlikte çalışmıyorlar? 


BERLİN BODE MÜZESİNDE SERGİLENEN BAZI ESERLER

Meryem Ana'nın koruyucu paltosu


Simson ve Delila


Sultanahmet Hipodromundan götürülen oyun taşı


Afrodit'in doğuşu


Merkür


Atmaca












Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...