Trevoole Garden Open Days


For those of you that remember my posting of last July 2010 about the amazing Garden at Trevoole Farm, I have just received an email from Beth with the great news that the Garden will once again be open for charity under The National Gardens Scheme for three dates: Sunday 29th May, Sunday 19th June and Sunday 3rd July. I URGE you to go if you get the chance, you will be enchanted and inspired!



To get to the Garden: Follow the A30 west down the spine of Cornwall. Take the Camborne East/Pool turning, drive through Camborne town in a westerly direction and then take the B3303 towards Helston. Trevoole is on the left-hand side about a mile. If you reach the village of Praze-an-beeble you've gone too far! 



Bir Bilgeye Sormuşlar

Bir bilgeye sormuşlar:
"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
"Terzimi severim," diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar:
"Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok . kimse varken terzi de kim oluyor?
O da nereden çıktı? Neden terzi?"
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
"Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.

************

Bir bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zekasını nereden anlarsınız?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa?
- O kadar akıllı insan yoktur ki!..

************

Bir bilgeye nasıl bu kadar doğru kararlar alabildiğini sormuşlar, "Deneyim" demiş. O deneyimi nasıl kazandın, diye sormuşlar "Hatalarımla" demiş

************

Bir bilgeye sormuşlar:
Efendim canınız ne istiyor? Bilge cevaplamış:
Canım hiçbir şey istememeyi istiyor.. ve devam etmiş.. Bu ruh halinin adı gönül yorgunluğudur..

************

Bir bilgeye " Nasıl insan oluruz?" diye sormuşlar ya.
"Üç adım atlama" gibi bir cevap vermiş bilge kişi:
Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir,
İnsanlığa attığın ilk adım budur... Sana kötülük yapanlara iyilik
yapabildiğin an ise ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya başlarsın. Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman insan olursun

************

Bilgeye sormuşlar dünya da en güzel şey ne diye?
´Sevmek´ demiş...
Peki sonra? demişler...
´Sevilmek´ demiş...
Peki neden sevmek sevilmekten önce geliyor? demişler...
O da demiş ki ´insan sevdiğine sevildiğinden daha çok emindir...

************

Bilgeye Sormuşlar;
~ insan neden dilek diler?
~ insan gerçekleşmesi için diler, ama bilmez ki gerçekleştirmek için dilemek gerek.

************

Bir bilgeye sormuşlar en mutlu insan kimdir. İşte o dağdaki çobandır demiş.
Neden diye sormuşlar. Çünkü demiş insan bildikleriyle yaşar, onun
bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı kendisini mutsuz edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil.

Yiğit İle Babası

Bir zamanlar yaşlı bir adamcağızın bir tek oğlu varmış. Bu oğlan yiğit mi yiğitmiş. Gözü hiçbir şeyden yılmazmış. Ava çıkmayı da çok severmiş.

Günlerden bir gün delikanlı ormana avlanmaya gitmiş. Gitmiş ama yaşlı babasının içine bir ateştir düşmüş. Bütün gün "Ya aslanın biri oğlumu parçalarsa?" diye düşünmüş durmuş.

Akşam olmuş; genç yiğit avdan dönmüş. Yaşlı adam kuşkularını oğluna anlatmış.

- Seni arslan parçalayacak diye çok korkuyorum. Ava çıkmanı istemiyorum, demiş.

Delikanlı ne kadar karşı çıksa da yaşlı adam büyük bir ev yaptırıp oğlunu oraya kapamış. Oğlan ne bir daha dışarı çıkabilmiş, ne de ava gidebilmiş.

Adam oğlunun canı sıkılmasın diye evin bütün duvarlarını hayvan resimleriyle donatmış.

Zavallı delikanlı çaresiz, bu resimlere bakar avunurmuş.

Bir gün arslan resminin önünde durmuş; eski günleri düşünmüş. Arslan resmine bakıp "Senin yüzünden eve kapatıldım. Hiçbir yere çıkamıyorum. Ne yapsam da senden öcümü alsam?" demiş. Aynı anda da arslanın gözüne bir yumruk atmış.

Ama duvardaki bir çivi eline batmış; canı çok acımış.

Ertesi gün delikanlının eli şişmiş. Ateşlenip yataklara düşmüş. Zavallı o günden sonra bir türlü iyi olamamış. Sonunda da ölmüş.

Babası yaptığı hatayı anlamış.

- Ne yaptım da kadere karşı çıktım? Oğlumu gerçek arslandan korudum; bir arslan resmine yenik düştüm, demiş.

Demiş ama iş işten geçmiş.

Arap

Ülkenin birinde üç kızı olan yoksul bir adam yaşarmış. Bunların viran bir kulübeleri varmış. 0 gün kızlar kulübede yemek pişire bilmek için hiçbir yiyecek bulamamışlar.
Bunun üzerine iplik bükerek, babalarına vermişler. Bu ipliği çarşıda satmasını, parasıyla da akşam eve dönerken yiyecek almasını söylemişler.
Babaları, iplikleri alarak çarşıya gitmiş. Uzun süre iplikleri satamamış. Tam ümidini yitirmek üzereyken karşısına bir Arap çıkmış.
-Amca, ne satıyorsun? diye sormuş.
Adamcağız:
-İplik satıyorum, demiş. Parasıyla kızlarıma yemeklik alacağım.
- Arap yeniden sormuş:
-İplikleri kim büküyor?
Adamcağız karşılık vermiş:
—Kızlarım.
Arap, adamcağızın eline on kese dolusu altın vererek iplikleri almış. Sonra yaşlı adama bir öneride bulunmuş:
-Amca, iznin olursa kızlarından birini almak isterim, demiş.
Adamcağız ne diyeceğini şaşırmış. Sonunda;
-Onlara bir danışayım, eğer kabul eden olursa veririm, demiş. Böylece, Arabı yanına alarak evine dönmüş.
Arap dışarda beklerken adam evine girmiş. Girer girmez de önce büyük kızına sormuş:
-Bir Arap üçünüzden birini ister. Söyle büyük kızım, sen ona varır mısın?
Büyük kız yanıt vermiş.
-Ben Arapla evlenmem, demiş.
Adamcağız bu kez ortanca kızına sormuş:
-Kızım, sen arapla evlenir misin? Ortanca kız;
-Ben de Arapla evlenmem, demiş.
Sıra küçük kıza gelmiş. Babası ona da sormuş:
-Kızım, sen Arapla evlenir misin? Küçük kız boynunu bükmüş.
Evlenirim babacığım, demiş. Hiç değilse şu yokluktan kurtuluruz.
Adamcağız yarı sevinçli yarı üzgün bir halde kapıyı açmış. Arabı evine buyur etmiş. Arap, en küçük kızın kendisiyle evlen meyi kabul ettiğini . duyunca sevinçten çılgına dönmüş. Beraberin de getirdiği küçük bir çuval dolusu altını kızın babasına armağan etmiş.
Kızcağız sevinçten yıllardır ilk kez yüzü gülen babasına sarılarak ona veda etmiş. Gerçekte babacığının yüreği kan ağlıyor ama kızlarının yokluktan kurtulması için bunu belli etmiyormuş. Kızca ğız ablalarına da sarılarak onlarla vedalaşmış. Küçük kız evden ayrılırken ablaları altınları sayıyor, göbek atıyorlarmış.
Arapla kız evden çıkmışlar. Bir süre konuşmadan yol almışlar. Sonunda Arap:
-Kapa gözlerini, demiş. Güzel kız da gözlerini kapamış. Sonra Arap:
-Aç gözlerini, demiş.
Güzel kız da gözlerini açmış. Açmış ama bir de ne görsün? Büyük bir sarayın içinde değil miymiş? İki yanında sıralanan halayıklar, cariyeler kıza hizmet etmek için yarışıyorlarmış.
Kız, sarayın güzelliği ve görkemli karşısında, bir an için kendini cennete sanmış. Halayıklar onu değerli mücevherlerle döşemiş bir odaya çıkarak köşeye oturtmuşlar.
Sonra bin bir türlü yiyeceklerle, içeceklerle kızı beslemişler. Yemekten sonra hamama götürerek güzel kızı güzelce yıkamışlar, ona değerli taşlarla bezenmiş giysiler giydirmişler.
Küçük kız, yıkanıp giyindikten sonra halayıklar ona tas tas şerbetler içirmişler. Kızcağız çok geçmeden uykuya dalmış. Halayıklar onu yatağına yatırmışlar. Ertesi gün de hizmette hiç kusur etmemişler. Akşamleyin kız yıkandıktan sonra ona tas tas şerbetler içirmişler. Kızcağız yine uyuyakalmış.
Günler birbirini kovalamış. Bizim kızın yaşamında bir değişiklik olmamış. Güzel sarayda çevresinde uşaklar, halayıklar, cariyeler dönüyorlarmış, kıza hizmet edebilmek için sanki yarışıyorlarmış.
Bir gün genç kız, kendisini saraya getiren Arabı görmüş. Ona sormuş:
-Babamla kardeşlerimi özledim. Beni bir günlüğüne babamın evine götürür müsün?
Arap meğerse kızın kocası . olacak kişi değilmiş. 0, yalnızca sa rayın harem ağasıymış. Kızcağızın haline acımış. Onu babasına götürmeye karar vermiş.
Böylece Arapla kız yola çıkmışlar. Arap yine:
-Kapa gözünü, demiş.
Kızcağız gözünü kapamış, açmış. Kendisini babasının evinde, kapının tam önünde bulmuş.
Küçük kızının kendisini görmeye geldiğini gören babası çok sevinmiş. Ablaları da onu özlemle kucaklamışlar.
Kıza, mutlu olup olmadığını sormuşlar.
Kızın babası Arabın verdiği altınlarla ile bir dükkan açmış, artık hiç geçim sıkıntısı çekmiyorlarmış.
Arap, kızın babasına yine altın vermiş. Ancak bu kez, bir önce kinin iki katıymış. Kızın babası çok sevinmiş. Arapla sohbet etme ye . başlamışlar.
Onlar söyleşirken kız ablalarıyla yan odaya geçmiş. Ortanca ablası sessizce: ‘Nasıl, mutlu musun?” diye sormuş:
Kız:
-Çok mutluyum ama geceleyin bana şurup içiriyorlar, hemen uyuyorum, diye karşılık vermiş.
Ablası:
-Ya kocanı hiç görmedin mi, diye sormuş. Kız, başını iki yana sallayarak:
-Hayır, demiş. Araptan başka erkek görmedim. Abla düşünür taşınır, sonunda kardeşine:
-Şu saksıdaki minik çiçeği beraberinde götür. Sana şerbet getirdiklerinde içiyor gibi yapar şerbeti saksıya dökersin. Sonra da sözde uyumuş gibi yaparsın. Bakalım neler göreceksin? Demiş.
Kızcağız, birkaç gün babasının evinde kalmış, kardeşleri ve babasıyla özlem gidermiş.
Sonunda saraya dönüş zamanı gelmiş. Arap yine kıza gözünü yumdurup açtırmış, kız kendini sarayda bulmuş.
Kız o gece şerbeti içiyormuş gibi yapıp saksının içine dökmüş. Sözde uyumuş gibi yapmış. Halayıklar onu yatırmış. Sonra kızın kocası gelip yanına yatmış, hemencecik de uykuya dalmış.
Kız kocasını görünce mumu alarak ona dikkatlice bakmış. Bir de ne görsün? Yakışıklılığı dillere destan bir yiğitmiş. Kızcağız farkında olmadan beyin karnına bir damla sıcak mum damlatmış.
Bey, sıçrayıp uyanmış. Karşısında, kızı görünce:
-Demek bana oyun oynadın ha!.. 0 halde beni ara da bul, diyerek kaybolmuş.
Kızcağız, ertesi gün yakışıklı kocasını bulmak için yollara düşmüş. . Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Sonunda bir devle karşılaşmış, onunla selamlaşmış.
Dev:
-Nereden gelir nereye gidersin? Diye sormuş.
Kız da her şeyi deve anlatmış.
Dev:
-Kocan az önce buradan geçti. Az ilerde bir dev daha var, ona sor, demiş.
Kız yeniden yollara düşmüş. İkinci devin yanına varmış.
Ancak o devden de kocasının yerini öğrenememiş.
Gide gide üçüncü devle karşılaşmış. Bu dev ona, kocasının bir arkadaşı olduğunu söylemiş.
-Kocan yedi yılda bir bana gelir, söyleşiriz, demiş. İstersen burada kal bekle.
Böylece kız orada kalmış. Kocasının yolunu gözlemeye başlamış. . Dev, çocukları kızcağızı yemesin diye onu bir sandalyeye dönüştürerek bir köşeye yerleştirmiş.
Aradan yedi yıl geçmiş. Kocasının geleceği gün dev, kızcağızı yine eski haline dönüştürmüş. Ona öğütler vermeye başlamış:
-Kocan neredeyse gelir. O geldiği zaman şerbet getirirsin. 0 bardağı alırken bardağı düşürüp kırarsın. Ben de seni dövmeye kalkarım. Bakalım kocan seni sevecek mi? Seni dövmeyeyim diye beni durduracak mı?
0 gün kızın kocası, deyin evine gelmiş. Ancak yakışıklı yiğit pek kederli, tasalıymış.
Dev, ona üzüntüsünün sebebini sorunca kızın kocası kaçamak yanıtlar vermiş. Dev işi anlayarak için için gülmüş.
Yemekten sonra yiğit şerbet istemiş. Dev, kıza şerbeti getirmesini söylemiş. Kız şerbeti getirip kocasına vermiş. Yiğit kızı karısına benzettiğinden gözünü ondan ayıramamış.
Bardağı geri verirken kız, sözleştikleri gibi bardağı düşürüp kırmış. Dev kızı yalancıktan dövmeye davranmış.
Yiğit hemen atılmış, kızı dayaktan kurtarmış. Ancak bu durumdan kuşkulanarak, arkadaşına şöyle söylemiş:
-Bu kız nereden gelmiş? Söylesene sevgili dev, onu bana verir misin?
Dev:
-Olur mu öyle şey dostum, o benim her işimi görüyor, onu sana veremem, demiş.
Yiğit birkaç gün sonra gitmiş. Ama bir her yedi yıl sonra geleceğine yedi hafta sonra geri dönmüş.
Dev onu karşısında görünce gülümsemiş.
Kıza, Bu kez yemeği dök.” Diye fısıldamış.
Yiğitle dev tam yemek yiyecekken, kız tencereyi yere devirmiş. Yemekler yerlere saçılmış. Dev, yalancıktan kızın üstüne yürümüş, yiğit de deyin ayaklarına kapanıp, kızı dövmemesi için yal varmış.
Üç beş gün sonra yiğit yine gitmiş. Ancak yedi yıl sonra geleceğine bu kez yedi gün sonra gelmiş.
Bu kez ona kapıyı kız açmış. Kocasına öyle bir gülümsemiş ki yiğit delikanlı onun kendi karısı olduğunu bu kez anlamış. Karı koca deve teşekkür ederek saraylarına dönmüşler. Kızın ailesini de saraya getirerek o günden sonra çok mutlu yaşamışlar.
Onlar ermiş muradına, darısı bizim başımıza.

Limon Kız Masalı

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde… Develer tellallık eder eski hamam içinde…Hamamcının tası yok. külhancının baltası yok…Arap bacı hamama gider, koltuğunda bohçası yok…Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi… Bereket versin hacı cambaza… Bize bir at verdi, dorudur diye…

At bize bir tekme vurdu. Geri dur diye… Deniz ortasına vardık kıyıdır diye…Tophane güllesini cebimize doldurduk, darıdır diye… Kız kulesini belimize soktuk borudur diye… Tuttu bizi bir zaptiye, delidir diye… Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün…Tuttuk pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini… Masaldır bunun adı… Söylemekle çıkar tadı… Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal dadı…

Vakti zamanında çok iyilik sever bir padişah varmış… Fakirlere ramazanlarda yiyecek, bayramlarda giyecek dağıtırmış… Yılda bir gün de sarayının karşısındaki çeşmenin bir musluğundan yağ, bir musluğundan da bal akıtır, herkesin duasını alırmış…

Gene böyle çeşmenin musluklarından yağ . ile bal aktığı bir gün, ihtiyar bir kadın çeşmeye gelmiş. Elindeki ağzı kırık testiye yağ doldurmuş.

O sırada, padişahın yaramaz oğlu da, sarayın penceresinden çeşmeye gelip gidenleri seyrediyormuş. İhtiyar kadın çeşmenin yanından uzaklaşırken, okunu çektiği gibi onun testisini parçalamış. Yağ yerlere dökülmüş.

Şehzade, ihtiyar kadının haline kahkahalarla gülmeye başlamış. Neye uğradığını anlayamayan kadıncağız, başını kaldırıp, şehzadeye:

Hey oğlum! diye seslenmiş, ben sana ne yaptım da testimi kırdın? Dilerim Allah’tan, Limon Kız’a âşık olasın da, onu göremeyesin!

O günden sonra şehzadeyi bir düşüncedir almış… Acaba bu Limon Kız nasıl bir şeydir, diye akşamlara kadar düşünüyor, meraktan çatlayacak hale geliyormuş.

Oğlunun bu düşünceli haline canı sıkılan padişah, bir gün onu yanına çağırarak sebebini sormuş. Şehzade de Limon Kızı merak ettiğini, izin verirse gidip onu arayacağını söylemiş.

Padişah, çaresiz razı olmuş. Şehzade, hazırlandıktan sonra bir gün padişah babası ile sultan annesine veda ederek yola düşmüş…

Az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş… Günlerce yol almış… Nihayet bir dağ başında ihtiyar bir adama rastlamış. Selam verip ihtiyarın elini öpmüş.

Bu delikanlının kendisine saygı gösterip elini öpmesine pek memnun olan ihtiyar:

Hayır ola evlat, diye sormuş, böyle tek başına nereye gidiyorsun?

Şehzade:

Bir Limon Kız varmış, diye cevap vermiş. Onu pek merak ediyorum da, aramaya çıktım. Ama, günlerden beri yol yürüdüğüm halde hâlâ bir iz bulamadım…

İhtiyar gülerek:

Ben Limon Kız’ın bulunduğu yeri biliyorum, demiş. Sana tarif edeyim: Şuradan doğru yürü. Karşıki dağın arkasına git. orada önüne bir gül bahçesi çıkacak. Gül ağaçlarının kocaman, kocaman dikenleri vardır. “Ne güzel güller” diyerek bir gül koparıp kokla. Ellerinin kanamasına bakma! Oradan çıkıp yürü… Suyu kan gibi kırmızı akan bir dere ile karşılaşacaksın. Yanına gidip “aman ne temiz su” diyerek biraz iç… Yoluna devam et… Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlanmış bir at ile bir köpeğe rastlayacaksın. Atın önündeki eti köpeğin önüne, köpekin önündeki otu da atın önüne koy… Oradan uzaklaş… İlerde karşına iki kapı çıkacak. Bir kapalı, öteki açıktır. Kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapa! Açılan kapıdan geçerek yürü… Büyük bir bahçeye gireceksin. Burası devin sarayının bahçesidir. Bahçede binlerce meyve ağacı arasında bir tane de limon ağacı vardır. O ağacı arayıp bul! Üzerinde üç tane limon göreceksin. Bu üç limonu da kopar, arkana bakmadan geri dön! Geldiğin yerlerden geç… Bu limonları keserken her birinden bir kız çıkar. Senden bir şey isteyecekler: İstediklerini yaparsan ne âlâ…

Yapmazsan ölürler. Dikkatli davran… Haydi yolun açık olsun evladım!

Şehzade, ihtiyara teşekkür etmiş, elini öpmek için eğildiği zaman karşısında kimseyi bulamamış. İhtiyar birdenbire ortadan yok olmuş.

Hemen yola çıkarak yürümeye başlamış. Çok geçmeden dağın arkasına varmış. Biraz sonra gül bahçesine ulaşmış. Güllerin arasına dalmış. Elleri dikenlerden kan içinde kaldığı halde, bir gül koparıp “ne güzel . güller” diye koklamış. Oradan çıkmış. Suyu kan gibi akan dere ile karşılaşmış. Kenarına gidip eğilmiş, “aman ne temiz su” diyerek biraz içmiş, kalkıp yoluna devam etmiş. Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlı at ile köpeği görmüş. Köpeğin önündeki otu, atın önüne, atın önündeki eti de köpeğin önüne koyarak oradan uzaklaşmış. . Biraz sonra karşısına iki kapı çıkmış. Açık kapıyı kapamış, kapalı kapıyı da açarak içinden geçmiş ve devin meyve bahçesine girmiş.

Koca bahçede araya araya limon ağacını bulmuş. Hakikaten ağaçta üç tane limon varmış. Üç limonu da koparıp geriye dönmüş. Tam bahçenin kapısına yaklaştığı zaman, dev, bahçesinden limonların koparıldığının farkına vararak, yeri göğü inleten sesi ile bağırmış:

Tutun kapılar! Şu oğlanı tutun!

Açık kapı dile gelip deve cevap vermiş:

Ben kaç yıldır kapalı duruyordum. Kimse bana halin nedir diye sormadı. Bu delikanlı beni açtı, biraz ferahladım. Ben onu tutamam! Güle güle gitsin!

Şehzade, kapıdan geçmiş.

Dev, bu sefer at ile köpeğe seslenmiş:

At! Köpek! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

At ile köpek birlikte cevap vermişler:

Biz onu tutmayız. Yıllardan beri birimize zorla et, birimize de ot yediriyorsun. O bizi bundan kurtardı. Etle otun yerini değiştirdi. Allah ondan razı olsun. Biz ona fenalık yapamayız!

Şehzade, atla köpeğin önünden de geçmiş.

Bu sefer dev, dereye seslenmiş:

Kanlı dere! Kanlı dere! Şu oğlanı bırakma!

Dere, dile gelip cevap vermiş:

Ben ona fenalık yapamam. Sen her zaman “kanlı dere” diye benim suyumu içmezdim. Halbuki o, “aman ne temiz su” diyerek içti, gönlümü . hoş etti. Varsın geçsin, yolu açık olsun!

Şehzade, dereden de geçerek gül bahçesine girmiş.

Dev, arkadan gene seslenmiş:

Dikenli güller! Dikenli güller! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

Güller de dile gelip hep bir ağızdan deve cevap vermişler: Sen tenezzül edip de bir gün olsun bizi koklamadın. Her . zaman “dikenli güller” diye hakaret ettin. Halbuki bu delikanlı dikenlerimize bakmadı. Ellerinin kanamasına aldırmadı. Bizden bir tane kopararak “ne güzel güller” diye kokladı. Bizi sevindirdi. Allah da onu sevindirsin. İşi rastgitsin!

Şehzade, gül bahçesinden de çıkıp yola koyulmuş.

Dev, çaresiz kalınca, bahçesinden çıkarak oğlanın arkasından koşmaya başlamış. Kapılardan, . sonra da atla köpeğin önünden geçmiş, dereye gelmiş. Fakat, dere ona yol vermemiş. Sularını kabartmış, kabartmış… Her tarafı kaplamış, devi boğmuş.

Şehzade, herşeyden habersiz olarak yol alırken, limonlardan birini kesmeyi düşünmüş. Yol kenarına oturarak bıçağı ile limonun birini kesmiş. Limon iki parça olur olmaz, içinden son derece güzel bir kız çıkmış. Şehzadeye:

Su! Su! diye seslenmiş.

Şehzade, kızın su istediğini anlamış. Etrafına bakınmaya başlamış. Aksi gibi oralarda ne bir dere, ne de bir çeşme görememiş. Zavallı kız da:

Su! Su! diye diye ölmüş.

Şehzade bu hale fena halde üzülmüş. Ama ne çare? Yerinden kalkmış. Kederli kederli yol almaya başlamış. Biraz yorulmuş. Bir ağaç altına oturarak dinlenmeye koyulmuş. Bu sırada ikinci limonu da kesmiş.

Bu limondan da göz kamaştıracak kadar güzel bir kız çıkmaz mı? O da, evvelki gibi:

Su! Su! demeye başlamış.

Fena halde telaşlanan şehzade, sağına soluna bakınarak su aramış. Fakat Allah’ın dağında ne bir pınar, ne de bir dere yokmuş. Çaresizlik içinde bu kızın da:

Su! Su! diye diye inleyerek öldüğünü görmüş.

O kadar üzülmüş ki, neden bu ikinci limonu bir su kenarında kesmedim diye kendi kendine kızmış.

Kederli kederli yerinden kalkmış. Düşünceli düşünceli yola koyulmuş. Ne olursa olsun üçüncü limonu bir su kenarında kesmeye karar vermiş.

Böylece epey zaman yol almış, nihayet bir şehre yaklaşmış. Şehre girmeden yol kenarında ağaçlıklı bir bahçe görmüş. Bahçenin ortasında kocaman bir havuz varmış. Etrafta da kimsecikler yokmuş.

Gidip havuzun kenarına oturmuş. Elleri titreye titreye üçüncü limonu çıkarıp kesmiş.

Bu sefer, içinden, evvelkilerden daha güzel, ayın ondördü gibi bir kız çıkmış. Başlamış:

Su! Su! demeye…

Şehzade hemen onu tutup havuzun içine atmış.

Bol suya kavuşan Limon Kız, kana kana içmiş, doya doya yıkanmış. Şen kahkahalar atmaya başlamış.

Limon Kız’ı ölmekten kurtardığı için şehzadenin sevincine . son yokmuş… Neşe içinde Limon Kız’ı seyrediyormuş.

Limon Kız havuzda yıkanırken, şehzade:

Sultanım, demiş, sizi bu halde sarayımıza götüremem. Burada bekleyin. Ben gidip size güzel bir elbise getireyim. Askerlerimi de alayım. Saraya öyle döneriz.

Limon Kız:

Peki şehzadem, demiş, ben sizi şurada ağacın üzerine çıkarak beklerim. Yalnız, saraya gittiğiniz zaman annenizle babanıza, alnınızdan öptürmeyin. Sonra beni unutursunuz.

Şehzade “peki” demiş. Sonra parmağındaki yeşil taşlı yüzüğü çıkararak:

Limon Kız, diye seslenmiş, al bu yüzüğü de, parmağına tak! Birbirimizi kaybedersek, bununla kolay buluruz…

Yüzüğü havuza doğru fırlatmış. Limon Kız yakalayarak parmağına takmış. Şehzade de oradan uzaklaşıp gitmiş.

Saraya varır varmaz, oğullarına yeniden kavuşan padişah ile sultan, onu kucaklamışlar, önce alnından, sonra da yanaklarından öpmüşler.

O andan itibaren de, şehzade Limon Kız’ı unutmuş.

Şehzade unutadursun, biz gelelim Limon Kız’a:

Şehzade uzaklaştıktan sonra, Limon Kız sudan çıkmış. Havuzun kenarında yüksek bir çınar ağacı varmış. Ona yaklaşarak:

Eğil çınar ağacı! Diye seslenmiş.

Çınar ağacı yavaş yavaş eğilmiş. Limon Kız dallarından birine oturduktan sonra, ağaç düzelmiş.

Limon Kız, ağaçta yapraklar arasına gizlenmiş. Bir taraftan da başını uzatarak havuzun durgun suyunu seyrediyormuş.

O sırada, şehirdeki evlerden birinin arap hizmetçisi havuza su almaya gelmiş. Elindeki testiyi havuza daldıracağı sırada, birdenbire durmuş. Havuzun suyunda Limon Kız’ın güzel hayali varmış. Arap kız bunu kendi hayali zannederek hayran hayran seyre dalmış. Sonra, kendi kendine:

Ben bu kadar güzelim de, demiş, bana ne diye hizmetçilik yaptırıyorlar?

Testiyi doldurup havuz başından uzaklaşmış. Eve geldiği zaman, hanımına:


Havuzdan testiyi doldururken suda kendimi gördüm, demiş. Ben çok güzel bir kızmışım. Ne diye bana hizmetçilik yaptırıyorsunuz? Bundan sonra ben su getirmeye falan gitmem!

Hanım gülmüş:

Hay aptal kız hay, demiş, bir kere başını kaldırıp da ağaca baksaydın, o zaman kimin güzel olduğunu anlardın!

Arap kız, bu söz üzerine, evden çıkarak doğruca havuzun kenarına gitmiş. Hayali gördüğü yerde başını kaldırarak ağaca bakmış. Dallar arasında ayın ondördü kadar güzel bir kız görünce, hanımına hak vermiş. Hemen Limon Kız’a seslenmiş:

Güzel kız! Cici kız! Ne olur, beni de yukarı alsana!

Şehzadenin dönmesi geciktiği için Limon Kız’ın . canı sıkılıyormuş. Biraz konuşup vakit geçirmek için arap kızı yukarıya almaya razı olmuş. Derhal:

Eğil çınar ağacı, eğil! diye seslenmiş. Arap kız, ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, çınar ağacı yere doğru eğilmeye başlamış. Limon Kız’ın oturduğu dal toprağa iyice yaklaşınca, arap kız, yanına oturmuş. Çınar ağacı düzelmiş.

Öteden beriden konuşmaya başlamışlar. Sonra da, vakit geçsin diye, Limon Kız ona başından geçenleri anlatmış.

Arap kız, onun hayatını öğrendikten sonra:

Mademki sen bir peri kızısın, demiş, elbet bir tılsımın vardır. Bana söylemez misin?

Aklına hiçbir fenalık getirmeyen Limon Kız:

Benim tılsımım başımdaki küçücük altın taraktır, diye cevap vermiş. Eğer bu küçük altın tarak, yerine konmazsa, ben kuş olup uçarım…

Sonra gene konuşmaya dalmışlar. Bir aralık arap kız:

Sultanım, demiş, saçlarınız pek dağınık. Başınızı eğinde biraz tarayayım…

Limon Kız başını eğmiş. Arap kızı da küçük altın tarakla onun saçlarını taramaya başlamış. Tarama işi . bittikten sonra, tarağı çıkardığı yere değil, saçlarının başka bir tarafına takmış. Limon Kız da beyaz bir güvercin olup uçmuş…

Limon Kız kuş olup uçtuktan sonra, arap kız sevincinden geniş bir nefes almış. Sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp Limon Kız gibi ağacın yaprakları arasına gizlenmiş. Şehzadeyi beklemeye başlamış.

İşte bu sıralarda, şehzade, Limon Kız`ı hatırlamış. Hemen askerlerini toplamış. Bir kat ipekli sultan elbisesini de yanına alarak yola çıkmış. Atını önden sürerek havuzun olduğu yere varmış. Başını kaldırıp ağaçta arap kızı görünce, şaşırmış:

Kız sana ne oldu böyle? diye sormuş.

Arap kız, üzüntülü görünerek:

Ne olacak şehzadem, demiş, beni unuttunuz. Burada otura otura güneş vurdu kararttı, rüzgâr esti sararttı. Ağlamaktan gözlerim bozuldu.

Şehzade bu sözlere inanmış. Arap kız güzelce giyindikten sonra şehzadenin yardımı ile aşağıya inmiş.

Hep beraber saraya dönmüşler.

Padişahla sultan anne arap kızı görünce şaşırmışlar. Şehzade`nin dediği gibi bu kızın hiç de güzel tarafı yokmuş. Çaresiz kalarak oğullarının hatırı için ses çıkarmamışlar.

Kırk gün, kırk gece düğün yaparak bunları evlendirmişler.

Düğünden sonra sarayın bahçesine beyaz bir güvercin dadanmış. Hergün bir ağaca konar, bahçıvana:

Bahçıvan başı! Bahçıvan başı! diye seslenirmiş. Şehzade uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları yağ bal olsun! Arap kızı uyuyorsa, . uyusun, uyansın, uykuları zehir olsun. Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun!

Sonra uçup gidermiş. Böylece her gün konduğu ağaçların dalları kuruyormuş.

Bir gün sarayın bahçesine inen şehzade, bazı ağaçların dallarını kurumuş görünce, bahçıvana:

Neden bu ağaçlara iyi bakmıyorsun? diye çıkışmış.

Bahçıvan da, dalların neden kuruduğunu anlatmak zorunda kalmış.

Bunun üzerine şehzade:

O halde bütün dallara zift sür, güvercini yakala! demiş.

Bahçıvan, şehzadenin dediklerini hemen yapmış.

Ertesi gün güvercin gelip dallardan birine konarak:

Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! demiş. Fakat, uçarken ayakları zifte yapıştığı için dalda kalakalmış.

Şehzadeye hemen haber vermişler. Güvercini alıp bir kafese koymuşlar.

Şehzade, güvercini çok sevmiş. Kafesi alıp kendi odasına götürerek bir köşeye asmış.

Güvercin, şehzade odada iken, bir şeyler cıvıldar, âdeta bir insan gibi konuşur, o odadan çıkınca, susarmış.

Arap kız, güvercini görünce tanıdığı için, onu yok etmeyi düşünüyormuş. Bir gün yalandan hastalanarak:

Benim canım beyaz güvercin eti istiyor, demiş, yoksa ölürüm…

Şehzade, çarşıdan bir beyaz güvercin aldırmaya kalkmış. Arap kız:

İlle bu güvercin olacak! Başkasını istemem! diye tutturmuş. Şehzade, ne yaptı, ne ettiyse, arap kızı razı edememiş. Kafesteki beyaz güvercini kestirmiş.

Sarayın bahçesinde güvercini kestikleri yer kıpkırmızı kan olmuş. Kanların olduğu yerde o anda kocaman bir selvi ağacı meydana gelmiş.

Arap kız, selvi ağacını görünce, dayanamamış, bu sefer de:

Bu selvi ağacından bana bir taht yaptırın! diye tutturmuş. Başka bir selvi ağacı bulup keselim demişlerse de, anlatamamışlar. Çaresiz selviyi kesmişler. Arap kıza güzel . bir taht yapmışlar.

Artan tahta parçalarını fakir bir kadına vermişler. O da ocakta yakmak için dua ederek alıp evine götürmüş, bir kenara koymuş. Öteberi almak için çarşıya çıktığı bir sırada, tahta parçaları kımıldamaya başlamış. Çok geçmeden tahtaların arasından Limon Kız ortaya çıkmaz mı? Hemen kollarını sıvayarak evi baştan aşağıya . temizlemiş, gül gibi yapmış. Sonra mutfağa giderek yemekler pişirmiş, bulaşıkları yıkayıp kurulamış, kapları yerine kaldırmış. Yemek sofrasını kurmuş. Her iş bittikten sonra da, bir dolaba girip saklanmış.

O sırada fakir kadın eve gelmiş. İçeri girer girmez şaşırmış.

Acaba bunları kim yaptı diye evi aramaya başlamış. Kimseyi göremeyince:

İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Limon Kız, saklandığı yerden çıkarak:

Ne inim, ne de cin, demiş. Bir peri kızıyım. Ama artık senin gibi bir insan oldum…

Sonra gidip kadının elini öpmüş. Başından geçenleri ona anlatarak, evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Yalnızlıktan zaten canı çok sıkılan fakir kadın, onu hemen evlatlığa kabul etmiş.

O günden sonra, güzel güzel geçinmeye başlamışlar. Günlerden bir gün, şehzade hastalanmış. Hekimler bol bol çorba içmesini söylemişler. Her gün bir evden çorba gönderiliyor, şehzade beğenirse hepsini içiyor, beğenmezse bir kaşık alıp bırakıyormuş.

Limon Kız bunu haber alır almaz güzel bir çorba pişirmiş. Şehzadenin havuz başında kendisine verdiği yeşil taşlı yüzüğü çorbanın içine atmış. Fakir kadına:

Anneciğim, demiş, şehzademiz için ben de bir çorba yaptım. Ne olur saraya götürür müsün?

Kadıncağız:

Hay hay yavrum! diyerek çorba tasını almış, saraya gitmiş. Askerler, üstü başı eski olan bu kadını saraya sokmak istememişler. Şehzade, kadını pencereden gördüğü için askerlere bırakmalarını emretmiş.

Kadın yukarıya çıkarak çorbayı şehzadeye vermiş. Odadan çıkarken, şehzade çorbadan bir kaşık içmiş, beğenmiş. Arkasından ikinci kaşığı almış. Ağzına katı bir şey gelmiş. Bir de çıkarıp bakmış ki, Limon Kız`a verdiği yeşil taşlı yüzük değil mi?

O zaman anlamış ki, . Limon Kız diyerek evlendiği arap kız, başka biri. Arkasından adam koşturup fakir kadını çağırtmış. Odaya gelince:

Teyze, demiş, senin kızın var mı?

Kadıncağız:

Var oğlum, diye cevap vermiş, hem de bir peri kızı. Ama şimdi o da bizim gibi bir insan sayılır…

Kadının bu sözleri şehzadeyi . o kadar sevindirmiş ki, birdenbire hastalığı falan geçmiş. Kadını yanına oturtarak, ne biliyorsa anlatmasını rica etmiş.

Fakir kadın da Limon Kız`ın anlattıklarını şehzadeye bir bir söylemiş.

Şehzade işin doğrusunu öğrenince, ellerini çırpmış. Odaya giren arap uşağa:

Çabuk bizim kadını çağırın! diye emir vermiş.

Biraz sonra arap . kız odaya girmiş. Korkudan tirtir titriyormuş.

Şehzade:

Seni yalancı, hain kadın seni! diye bağırmış. Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı?

Arap kız:

Kırk satırı ne yapayım, diye cevap vermiş, kırk katır isterim ki, memleketime döneyim!

Arap kızı hemen kırk katırın kuyruğuna . bağlayıp dağlara salmışlar.

Sarayda yeniden düğün hazırlıkları yapılmış. Şehzade ile Limon Kız`ı kırk gün, kırk gece süren görülmemiş şenliklerle evlendirmişler.

Onlar ermiş muradına, darısı sizlerin başına

Limon Kız Masalı

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde… Develer tellallık eder eski hamam içinde…Hamamcının tası yok. külhancının baltası yok…Arap bacı hamama gider, koltuğunda bohçası yok…Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi… Bereket versin hacı cambaza… Bize bir at verdi, dorudur diye…

At bize bir tekme vurdu. Geri dur diye… Deniz ortasına vardık kıyıdır diye…Tophane güllesini cebimize doldurduk, darıdır diye… Kız kulesini belimize soktuk borudur diye… Tuttu bizi bir zaptiye, delidir diye… Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün…Tuttuk pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini… Masaldır bunun adı… Söylemekle çıkar tadı… Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal dadı…

Vakti zamanında çok iyilik sever bir padişah varmış… Fakirlere ramazanlarda yiyecek, bayramlarda giyecek dağıtırmış… Yılda bir gün de sarayının karşısındaki çeşmenin bir musluğundan yağ, bir musluğundan da bal akıtır, herkesin duasını alırmış…

Gene böyle çeşmenin musluklarından yağ . ile bal aktığı bir gün, ihtiyar bir kadın çeşmeye gelmiş. Elindeki ağzı kırık testiye yağ doldurmuş.

O sırada, padişahın yaramaz oğlu da, sarayın penceresinden çeşmeye gelip gidenleri seyrediyormuş. İhtiyar kadın çeşmenin yanından uzaklaşırken, okunu çektiği gibi onun testisini parçalamış. Yağ yerlere dökülmüş.

Şehzade, ihtiyar kadının haline kahkahalarla gülmeye başlamış. Neye uğradığını anlayamayan kadıncağız, başını kaldırıp, şehzadeye:

Hey oğlum! diye seslenmiş, ben sana ne yaptım da testimi kırdın? Dilerim Allah’tan, Limon Kız’a âşık olasın da, onu göremeyesin!

O günden sonra şehzadeyi bir düşüncedir almış… Acaba bu Limon Kız nasıl bir şeydir, diye akşamlara kadar düşünüyor, meraktan çatlayacak hale geliyormuş.

Oğlunun bu düşünceli haline canı sıkılan padişah, bir gün onu yanına çağırarak sebebini sormuş. Şehzade de Limon Kızı merak ettiğini, izin verirse gidip onu arayacağını söylemiş.

Padişah, çaresiz razı olmuş. Şehzade, hazırlandıktan sonra bir gün padişah babası ile sultan annesine veda ederek yola düşmüş…

Az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş… Günlerce yol almış… Nihayet bir dağ başında ihtiyar bir adama rastlamış. Selam verip ihtiyarın elini öpmüş.

Bu delikanlının kendisine saygı gösterip elini öpmesine pek memnun olan ihtiyar:

Hayır ola evlat, diye sormuş, böyle tek başına nereye gidiyorsun?

Şehzade:

Bir Limon Kız varmış, diye cevap vermiş. Onu pek merak ediyorum da, aramaya çıktım. Ama, günlerden beri yol yürüdüğüm halde hâlâ bir iz bulamadım…

İhtiyar gülerek:

Ben Limon Kız’ın bulunduğu yeri biliyorum, demiş. Sana tarif edeyim: Şuradan doğru yürü. Karşıki dağın arkasına git. orada önüne bir gül bahçesi çıkacak. Gül ağaçlarının kocaman, kocaman dikenleri vardır. “Ne güzel güller” diyerek bir gül koparıp kokla. Ellerinin kanamasına bakma! Oradan çıkıp yürü… Suyu kan gibi kırmızı akan bir dere ile karşılaşacaksın. Yanına gidip “aman ne temiz su” diyerek biraz iç… Yoluna devam et… Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlanmış bir at ile bir köpeğe rastlayacaksın. Atın önündeki eti köpeğin önüne, köpekin önündeki otu da atın önüne koy… Oradan uzaklaş… İlerde karşına iki kapı çıkacak. Bir kapalı, öteki açıktır. Kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapa! Açılan kapıdan geçerek yürü… Büyük bir bahçeye gireceksin. Burası devin sarayının bahçesidir. Bahçede binlerce meyve ağacı arasında bir tane de limon ağacı vardır. O ağacı arayıp bul! Üzerinde üç tane limon göreceksin. Bu üç limonu da kopar, arkana bakmadan geri dön! Geldiğin yerlerden geç… Bu limonları keserken her birinden bir kız çıkar. Senden bir şey isteyecekler: İstediklerini yaparsan ne âlâ…

Yapmazsan ölürler. Dikkatli davran… Haydi yolun açık olsun evladım!

Şehzade, ihtiyara teşekkür etmiş, elini öpmek için eğildiği zaman karşısında kimseyi bulamamış. İhtiyar birdenbire ortadan yok olmuş.

Hemen yola çıkarak yürümeye başlamış. Çok geçmeden dağın arkasına varmış. Biraz sonra gül bahçesine ulaşmış. Güllerin arasına dalmış. Elleri dikenlerden kan içinde kaldığı halde, bir gül koparıp “ne güzel . güller” diye koklamış. Oradan çıkmış. Suyu kan gibi akan dere ile karşılaşmış. Kenarına gidip eğilmiş, “aman ne temiz su” diyerek biraz içmiş, kalkıp yoluna devam etmiş. Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlı at ile köpeği görmüş. Köpeğin önündeki otu, atın önüne, atın önündeki eti de köpeğin önüne koyarak oradan uzaklaşmış. . Biraz sonra karşısına iki kapı çıkmış. Açık kapıyı kapamış, kapalı kapıyı da açarak içinden geçmiş ve devin meyve bahçesine girmiş.

Koca bahçede araya araya limon ağacını bulmuş. Hakikaten ağaçta üç tane limon varmış. Üç limonu da koparıp geriye dönmüş. Tam bahçenin kapısına yaklaştığı zaman, dev, bahçesinden limonların koparıldığının farkına vararak, yeri göğü inleten sesi ile bağırmış:

Tutun kapılar! Şu oğlanı tutun!

Açık kapı dile gelip deve cevap vermiş:

Ben kaç yıldır kapalı duruyordum. Kimse bana halin nedir diye sormadı. Bu delikanlı beni açtı, biraz ferahladım. Ben onu tutamam! Güle güle gitsin!

Şehzade, kapıdan geçmiş.

Dev, bu sefer at ile köpeğe seslenmiş:

At! Köpek! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

At ile köpek birlikte cevap vermişler:

Biz onu tutmayız. Yıllardan beri birimize zorla et, birimize de ot yediriyorsun. O bizi bundan kurtardı. Etle otun yerini değiştirdi. Allah ondan razı olsun. Biz ona fenalık yapamayız!

Şehzade, atla köpeğin önünden de geçmiş.

Bu sefer dev, dereye seslenmiş:

Kanlı dere! Kanlı dere! Şu oğlanı bırakma!

Dere, dile gelip cevap vermiş:

Ben ona fenalık yapamam. Sen her zaman “kanlı dere” diye benim suyumu içmezdim. Halbuki o, “aman ne temiz su” diyerek içti, gönlümü . hoş etti. Varsın geçsin, yolu açık olsun!

Şehzade, dereden de geçerek gül bahçesine girmiş.

Dev, arkadan gene seslenmiş:

Dikenli güller! Dikenli güller! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

Güller de dile gelip hep bir ağızdan deve cevap vermişler: Sen tenezzül edip de bir gün olsun bizi koklamadın. Her . zaman “dikenli güller” diye hakaret ettin. Halbuki bu delikanlı dikenlerimize bakmadı. Ellerinin kanamasına aldırmadı. Bizden bir tane kopararak “ne güzel güller” diye kokladı. Bizi sevindirdi. Allah da onu sevindirsin. İşi rastgitsin!

Şehzade, gül bahçesinden de çıkıp yola koyulmuş.

Dev, çaresiz kalınca, bahçesinden çıkarak oğlanın arkasından koşmaya başlamış. Kapılardan, . sonra da atla köpeğin önünden geçmiş, dereye gelmiş. Fakat, dere ona yol vermemiş. Sularını kabartmış, kabartmış… Her tarafı kaplamış, devi boğmuş.

Şehzade, herşeyden habersiz olarak yol alırken, limonlardan birini kesmeyi düşünmüş. Yol kenarına oturarak bıçağı ile limonun birini kesmiş. Limon iki parça olur olmaz, içinden son derece güzel bir kız çıkmış. Şehzadeye:

Su! Su! diye seslenmiş.

Şehzade, kızın su istediğini anlamış. Etrafına bakınmaya başlamış. Aksi gibi oralarda ne bir dere, ne de bir çeşme görememiş. Zavallı kız da:

Su! Su! diye diye ölmüş.

Şehzade bu hale fena halde üzülmüş. Ama ne çare? Yerinden kalkmış. Kederli kederli yol almaya başlamış. Biraz yorulmuş. Bir ağaç altına oturarak dinlenmeye koyulmuş. Bu sırada ikinci limonu da kesmiş.

Bu limondan da göz kamaştıracak kadar güzel bir kız çıkmaz mı? O da, evvelki gibi:

Su! Su! demeye başlamış.

Fena halde telaşlanan şehzade, sağına soluna bakınarak su aramış. Fakat Allah’ın dağında ne bir pınar, ne de bir dere yokmuş. Çaresizlik içinde bu kızın da:

Su! Su! diye diye inleyerek öldüğünü görmüş.

O kadar üzülmüş ki, neden bu ikinci limonu bir su kenarında kesmedim diye kendi kendine kızmış.

Kederli kederli yerinden kalkmış. Düşünceli düşünceli yola koyulmuş. Ne olursa olsun üçüncü limonu bir su kenarında kesmeye karar vermiş.

Böylece epey zaman yol almış, nihayet bir şehre yaklaşmış. Şehre girmeden yol kenarında ağaçlıklı bir bahçe görmüş. Bahçenin ortasında kocaman bir havuz varmış. Etrafta da kimsecikler yokmuş.

Gidip havuzun kenarına oturmuş. Elleri titreye titreye üçüncü limonu çıkarıp kesmiş.

Bu sefer, içinden, evvelkilerden daha güzel, ayın ondördü gibi bir kız çıkmış. Başlamış:

Su! Su! demeye…

Şehzade hemen onu tutup havuzun içine atmış.

Bol suya kavuşan Limon Kız, kana kana içmiş, doya doya yıkanmış. Şen kahkahalar atmaya başlamış.

Limon Kız’ı ölmekten kurtardığı için şehzadenin sevincine . son yokmuş… Neşe içinde Limon Kız’ı seyrediyormuş.

Limon Kız havuzda yıkanırken, şehzade:

Sultanım, demiş, sizi bu halde sarayımıza götüremem. Burada bekleyin. Ben gidip size güzel bir elbise getireyim. Askerlerimi de alayım. Saraya öyle döneriz.

Limon Kız:

Peki şehzadem, demiş, ben sizi şurada ağacın üzerine çıkarak beklerim. Yalnız, saraya gittiğiniz zaman annenizle babanıza, alnınızdan öptürmeyin. Sonra beni unutursunuz.

Şehzade “peki” demiş. Sonra parmağındaki yeşil taşlı yüzüğü çıkararak:

Limon Kız, diye seslenmiş, al bu yüzüğü de, parmağına tak! Birbirimizi kaybedersek, bununla kolay buluruz…

Yüzüğü havuza doğru fırlatmış. Limon Kız yakalayarak parmağına takmış. Şehzade de oradan uzaklaşıp gitmiş.

Saraya varır varmaz, oğullarına yeniden kavuşan padişah ile sultan, onu kucaklamışlar, önce alnından, sonra da yanaklarından öpmüşler.

O andan itibaren de, şehzade Limon Kız’ı unutmuş.

Şehzade unutadursun, biz gelelim Limon Kız’a:

Şehzade uzaklaştıktan sonra, Limon Kız sudan çıkmış. Havuzun kenarında yüksek bir çınar ağacı varmış. Ona yaklaşarak:

Eğil çınar ağacı! Diye seslenmiş.

Çınar ağacı yavaş yavaş eğilmiş. Limon Kız dallarından birine oturduktan sonra, ağaç düzelmiş.

Limon Kız, ağaçta yapraklar arasına gizlenmiş. Bir taraftan da başını uzatarak havuzun durgun suyunu seyrediyormuş.

O sırada, şehirdeki evlerden birinin arap hizmetçisi havuza su almaya gelmiş. Elindeki testiyi havuza daldıracağı sırada, birdenbire durmuş. Havuzun suyunda Limon Kız’ın güzel hayali varmış. Arap kız bunu kendi hayali zannederek hayran hayran seyre dalmış. Sonra, kendi kendine:

Ben bu kadar güzelim de, demiş, bana ne diye hizmetçilik yaptırıyorlar?

Testiyi doldurup havuz başından uzaklaşmış. Eve geldiği zaman, hanımına:


Havuzdan testiyi doldururken suda kendimi gördüm, demiş. Ben çok güzel bir kızmışım. Ne diye bana hizmetçilik yaptırıyorsunuz? Bundan sonra ben su getirmeye falan gitmem!

Hanım gülmüş:

Hay aptal kız hay, demiş, bir kere başını kaldırıp da ağaca baksaydın, o zaman kimin güzel olduğunu anlardın!

Arap kız, bu söz üzerine, evden çıkarak doğruca havuzun kenarına gitmiş. Hayali gördüğü yerde başını kaldırarak ağaca bakmış. Dallar arasında ayın ondördü kadar güzel bir kız görünce, hanımına hak vermiş. Hemen Limon Kız’a seslenmiş:

Güzel kız! Cici kız! Ne olur, beni de yukarı alsana!

Şehzadenin dönmesi geciktiği için Limon Kız’ın . canı sıkılıyormuş. Biraz konuşup vakit geçirmek için arap kızı yukarıya almaya razı olmuş. Derhal:

Eğil çınar ağacı, eğil! diye seslenmiş. Arap kız, ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, çınar ağacı yere doğru eğilmeye başlamış. Limon Kız’ın oturduğu dal toprağa iyice yaklaşınca, arap kız, yanına oturmuş. Çınar ağacı düzelmiş.

Öteden beriden konuşmaya başlamışlar. Sonra da, vakit geçsin diye, Limon Kız ona başından geçenleri anlatmış.

Arap kız, onun hayatını öğrendikten sonra:

Mademki sen bir peri kızısın, demiş, elbet bir tılsımın vardır. Bana söylemez misin?

Aklına hiçbir fenalık getirmeyen Limon Kız:

Benim tılsımım başımdaki küçücük altın taraktır, diye cevap vermiş. Eğer bu küçük altın tarak, yerine konmazsa, ben kuş olup uçarım…

Sonra gene konuşmaya dalmışlar. Bir aralık arap kız:

Sultanım, demiş, saçlarınız pek dağınık. Başınızı eğinde biraz tarayayım…

Limon Kız başını eğmiş. Arap kızı da küçük altın tarakla onun saçlarını taramaya başlamış. Tarama işi . bittikten sonra, tarağı çıkardığı yere değil, saçlarının başka bir tarafına takmış. Limon Kız da beyaz bir güvercin olup uçmuş…

Limon Kız kuş olup uçtuktan sonra, arap kız sevincinden geniş bir nefes almış. Sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp Limon Kız gibi ağacın yaprakları arasına gizlenmiş. Şehzadeyi beklemeye başlamış.

İşte bu sıralarda, şehzade, Limon Kız`ı hatırlamış. Hemen askerlerini toplamış. Bir kat ipekli sultan elbisesini de yanına alarak yola çıkmış. Atını önden sürerek havuzun olduğu yere varmış. Başını kaldırıp ağaçta arap kızı görünce, şaşırmış:

Kız sana ne oldu böyle? diye sormuş.

Arap kız, üzüntülü görünerek:

Ne olacak şehzadem, demiş, beni unuttunuz. Burada otura otura güneş vurdu kararttı, rüzgâr esti sararttı. Ağlamaktan gözlerim bozuldu.

Şehzade bu sözlere inanmış. Arap kız güzelce giyindikten sonra şehzadenin yardımı ile aşağıya inmiş.

Hep beraber saraya dönmüşler.

Padişahla sultan anne arap kızı görünce şaşırmışlar. Şehzade`nin dediği gibi bu kızın hiç de güzel tarafı yokmuş. Çaresiz kalarak oğullarının hatırı için ses çıkarmamışlar.

Kırk gün, kırk gece düğün yaparak bunları evlendirmişler.

Düğünden sonra sarayın bahçesine beyaz bir güvercin dadanmış. Hergün bir ağaca konar, bahçıvana:

Bahçıvan başı! Bahçıvan başı! diye seslenirmiş. Şehzade uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları yağ bal olsun! Arap kızı uyuyorsa, . uyusun, uyansın, uykuları zehir olsun. Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun!

Sonra uçup gidermiş. Böylece her gün konduğu ağaçların dalları kuruyormuş.

Bir gün sarayın bahçesine inen şehzade, bazı ağaçların dallarını kurumuş görünce, bahçıvana:

Neden bu ağaçlara iyi bakmıyorsun? diye çıkışmış.

Bahçıvan da, dalların neden kuruduğunu anlatmak zorunda kalmış.

Bunun üzerine şehzade:

O halde bütün dallara zift sür, güvercini yakala! demiş.

Bahçıvan, şehzadenin dediklerini hemen yapmış.

Ertesi gün güvercin gelip dallardan birine konarak:

Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! demiş. Fakat, uçarken ayakları zifte yapıştığı için dalda kalakalmış.

Şehzadeye hemen haber vermişler. Güvercini alıp bir kafese koymuşlar.

Şehzade, güvercini çok sevmiş. Kafesi alıp kendi odasına götürerek bir köşeye asmış.

Güvercin, şehzade odada iken, bir şeyler cıvıldar, âdeta bir insan gibi konuşur, o odadan çıkınca, susarmış.

Arap kız, güvercini görünce tanıdığı için, onu yok etmeyi düşünüyormuş. Bir gün yalandan hastalanarak:

Benim canım beyaz güvercin eti istiyor, demiş, yoksa ölürüm…

Şehzade, çarşıdan bir beyaz güvercin aldırmaya kalkmış. Arap kız:

İlle bu güvercin olacak! Başkasını istemem! diye tutturmuş. Şehzade, ne yaptı, ne ettiyse, arap kızı razı edememiş. Kafesteki beyaz güvercini kestirmiş.

Sarayın bahçesinde güvercini kestikleri yer kıpkırmızı kan olmuş. Kanların olduğu yerde o anda kocaman bir selvi ağacı meydana gelmiş.

Arap kız, selvi ağacını görünce, dayanamamış, bu sefer de:

Bu selvi ağacından bana bir taht yaptırın! diye tutturmuş. Başka bir selvi ağacı bulup keselim demişlerse de, anlatamamışlar. Çaresiz selviyi kesmişler. Arap kıza güzel . bir taht yapmışlar.

Artan tahta parçalarını fakir bir kadına vermişler. O da ocakta yakmak için dua ederek alıp evine götürmüş, bir kenara koymuş. Öteberi almak için çarşıya çıktığı bir sırada, tahta parçaları kımıldamaya başlamış. Çok geçmeden tahtaların arasından Limon Kız ortaya çıkmaz mı? Hemen kollarını sıvayarak evi baştan aşağıya . temizlemiş, gül gibi yapmış. Sonra mutfağa giderek yemekler pişirmiş, bulaşıkları yıkayıp kurulamış, kapları yerine kaldırmış. Yemek sofrasını kurmuş. Her iş bittikten sonra da, bir dolaba girip saklanmış.

O sırada fakir kadın eve gelmiş. İçeri girer girmez şaşırmış.

Acaba bunları kim yaptı diye evi aramaya başlamış. Kimseyi göremeyince:

İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Limon Kız, saklandığı yerden çıkarak:

Ne inim, ne de cin, demiş. Bir peri kızıyım. Ama artık senin gibi bir insan oldum…

Sonra gidip kadının elini öpmüş. Başından geçenleri ona anlatarak, evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Yalnızlıktan zaten canı çok sıkılan fakir kadın, onu hemen evlatlığa kabul etmiş.

O günden sonra, güzel güzel geçinmeye başlamışlar. Günlerden bir gün, şehzade hastalanmış. Hekimler bol bol çorba içmesini söylemişler. Her gün bir evden çorba gönderiliyor, şehzade beğenirse hepsini içiyor, beğenmezse bir kaşık alıp bırakıyormuş.

Limon Kız bunu haber alır almaz güzel bir çorba pişirmiş. Şehzadenin havuz başında kendisine verdiği yeşil taşlı yüzüğü çorbanın içine atmış. Fakir kadına:

Anneciğim, demiş, şehzademiz için ben de bir çorba yaptım. Ne olur saraya götürür müsün?

Kadıncağız:

Hay hay yavrum! diyerek çorba tasını almış, saraya gitmiş. Askerler, üstü başı eski olan bu kadını saraya sokmak istememişler. Şehzade, kadını pencereden gördüğü için askerlere bırakmalarını emretmiş.

Kadın yukarıya çıkarak çorbayı şehzadeye vermiş. Odadan çıkarken, şehzade çorbadan bir kaşık içmiş, beğenmiş. Arkasından ikinci kaşığı almış. Ağzına katı bir şey gelmiş. Bir de çıkarıp bakmış ki, Limon Kız`a verdiği yeşil taşlı yüzük değil mi?

O zaman anlamış ki, . Limon Kız diyerek evlendiği arap kız, başka biri. Arkasından adam koşturup fakir kadını çağırtmış. Odaya gelince:

Teyze, demiş, senin kızın var mı?

Kadıncağız:

Var oğlum, diye cevap vermiş, hem de bir peri kızı. Ama şimdi o da bizim gibi bir insan sayılır…

Kadının bu sözleri şehzadeyi . o kadar sevindirmiş ki, birdenbire hastalığı falan geçmiş. Kadını yanına oturtarak, ne biliyorsa anlatmasını rica etmiş.

Fakir kadın da Limon Kız`ın anlattıklarını şehzadeye bir bir söylemiş.

Şehzade işin doğrusunu öğrenince, ellerini çırpmış. Odaya giren arap uşağa:

Çabuk bizim kadını çağırın! diye emir vermiş.

Biraz sonra arap . kız odaya girmiş. Korkudan tirtir titriyormuş.

Şehzade:

Seni yalancı, hain kadın seni! diye bağırmış. Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı?

Arap kız:

Kırk satırı ne yapayım, diye cevap vermiş, kırk katır isterim ki, memleketime döneyim!

Arap kızı hemen kırk katırın kuyruğuna . bağlayıp dağlara salmışlar.

Sarayda yeniden düğün hazırlıkları yapılmış. Şehzade ile Limon Kız`ı kırk gün, kırk gece süren görülmemiş şenliklerle evlendirmişler.

Onlar ermiş muradına, darısı sizlerin başına

Gül Sultan Masalı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, pire berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır, şıngır mıngır sallar iken, bir padişah ve bu padişahın bir tek oğlu varmış. Şehzade silah kullanmakta, ata binmekte pek usta imiş…

Bu konularda ülkenin hiçbir yiğidi kendisine yetişemez, şehzade . birinciliği hiç kimseye kaptırmazmış. Her sabah yatağından kalkar kalkmaz güzelce kahvaltı eder, babasının, anasının ellerini öpüp hayır dualarını aldıktan sonra, atına atladığı gibi ormana avlanmaya gidermiş….

Günlerden bir gün, yine atına atlayıp düşmüş yollara. Orası senin burası benim derken epeyce yol alarak o zamana kadar görmediği kocaman bir ormana . ulaşmış. Aksilik bu ya, ne kadar aradıysa, ne kadar dikkat ettiyse de hiçbir ava rastlayamamış… Saraya eli boş dönmeyi de yiğitlik şanına yakıştıramadığından inatla kendisine bir av aramaya devam etmiş. Derken, bir pınar başına geldiğinde su içen sürmeli gözlü, altın boynuzlu bir geyiğe rastlamış. Geyik o kadar güzel o kadar gösterişliymiş ki, şehzade onu öldürmektense canlı olarak yakalayıp padişah babasına armağan etmeyi uygun görmüş. Ancak kemendi ile geyiği yakalamak için ilerlediği sırada hayvan şehzadeyi fark edip ok gibi yerinden fırlayarak kaçmaya başlamış. Şehzade de hemen atına atlayıp düşmüş güzel geyiğin peşine. Geyik kaçmış, o kovalamış, geyik kaçmış o kovalamış. Ama, şehzade bir türlü geyiği yakalamaya muvaffak olamamış. Güzel hayvan bu kovalamacanın sonunda bir bahçeden içeri atlayarak gözden kaybolmuş. Şehzade de bahçeye doğru sürmüş atını. Bahçe kapısında yaşlı bir adama rastlamış. Adam şehzadeye:
- Buralarda ne arıyorsun? diye sormuş.
Şehzade geyiğin peşine takılarak bahçe kapısına geldiğini söyleyince:
- İlahi oğul, demiş, yaşlı adam, senin o geyik dediğin aslında kötü kalpli bir cadıdır. Seni tuzağa düşürmek için böyle davranmış.
Şehzade:
- Peki ama, diye sormuş, bu bahçe kimin bahçesidir?
Yaşlı adam:
- Oğlum, demiş, bu bahçe yüzü gülmez padişahın kızı Gül Sultan’ın bahçesidir. İçeride bir köşk vardır. Gül Sultan bu köşkte dadısıyla birlikte oturur. Ben onun bekçisiyim. Tam yedi yıldır buraları bekliyorum. Yedi yıldan beri senden başka hiçbir Ademoğlu buralar gelmedi.
Şehzade bu açıklama üzerine kimliğini bütün ayrıntılarıyla yaşlı adama anlatmış. Yaşlı adam:
- Haydi oğlum, demiş, var git işine seni buralarda görürlerse öldürürler.
Şehzade:
- Bekçi baba, demiş, ben kendimi savunmasını . bilirim. Sen bu bakımdan hiç tasalanma. Sen bir müsaade et bana bahçeye girip Gül Sultan’ı göreyim. Onu öylesine merak ediyorum ki…
Yaşlı bekçi:
- Aman oğlum, sen ne diyorsun, demiş, içeriye girdiğin an hem kendini, hem de beni yok bil. Çünkü köşkün kapısına bir aslan bir de kaplan bağlanmıştır. Seni görünce zincirlerini kopararak üzerine saldırırlar. Gel bu sevdadan vazgeç.
Şehzadeye bu uyarmalar da fayda vermemiş. Nuh diyor, peygamber demiyor, ille de bahçeye girip Gül Sultan’ı göreceğim, diye diretiyormuş.
Yaşlı bekçi en sonunda:
- Mademki bu kadar ısrar ediyorsun. Haydi bakalım gir, diyerek bahçenin kapısını şehzadeye açmış.
Şehzade bahçeye girer girmez gözleri kamaşmış. Ağaçlar, çiçekler, meyveler, şırıl şırıl akan sular, küçük gölcüklerde yüzen nazlı kuğular, sanki bahçe değil cennetten bir köşe… Az ilerleyince şehzade köşkü de görmüş. Köşkün önünde bir havuz, havuzda dört tane fıskiye varmış. Ama, köşkün önünde bağlı duran aslanla kaplan onun kokusunu alır almaz kükremeye başlamışlar. Gül Sultan . gürültü üzerine pencereye çıkınca şehzadeyi görmüş. Ve ona bir bakışta yürekten sevdalanmış. Dadısına:
- Haydi git, şu zavallıyı hayvanlar parçalamadan yanıma getir, demiş.
Dadı bahçeye giderek şehzadeyi yanına alıp Gül Sultan’ın karşısına çıkartmış. Şehzade Gül Sultan’ın güzelliği karşısında önce şaşırmış. Sonra da “şak” diye düşüp bayılmış… Dadı genç adamı güç bela ayıltmış. Gül Sultan kendisini hayran hayran seyreden şehzadeye:
- Kalk yiğidim, demiş, kimsin nesin, buralara kadar niçin geldin, anlat bana.
Şehzade başından geçenlerin hepsini anlatmış.
Gül Sultan:
- Ey yiğit, demiş, ben daha ilk gördüğüm anadan itibaren sana yürekten sevdalandım. Ama benim çok zalim bir babam vardır. Şimdi bizim birlikte olduğumuzu duyarsa ikimizi de öldürür. Onun için buradan hemen kaçalım. Belki böylelikle elinden kurtulmuş oluruz.
Kız, eşyalarını toplamış, yanına dadısın da almış. Şehzade ile birlikte çıkmışlar yola.
Gül Sultan’ın şehzadeyle birlikte bahçeden dışarı çıktığını gören aslan ile kaplan zincirlerini kopartarak peşlerine düşmüş. Şehzade arkasındaki bu iki azgın hayvanı görünce:
- Eyvah, demiş Gül Sultan’a, aslan ile kaplan peşimize düştü.
Gül Sultan:
- Merak etme yiğidim demiş, onlar benden hiç ayrılmazlar benim her yerde koruyuculuğumu, bekçiliğimi yaparlar.
Neyse efendim, uzatmayalım, çok geçmeden şehzadenin sarayına varmışlar. Herkes şehzadenin avdan bir prenses ve iki azgın hayvanla döndüğünü görünce şaşırmış. Şehzade babasına başından geçenleri bir bir anlatınca iş aydınlığa çıkmış.
Şehzade ile Gül Sultan kırk gün kırk gece süren büyük bir düğün ile dünya evine girmişler …

FAKİR BALIK

FAKİR BALIK

Denizde bir balık varmış. Çok fakirmiş. İş arar bulamaz, avare gezermiş. Günlerden bir gün bu balık sahile uğramış. Demişler ki: “ Bak fakir balık, karşıki tepecikte varlık havuzu var. Oraya ulaşırsan zengin olursun. Fakir balık sahile çıkmış. Kumun üstünde takla atmış, debelenmiş, sonunda varlık havuzuna ulaşıp, suya atlamış. Havuza gelinceye kadar gösterdiği gayreti izleyen zengin balıklar fakir balığı coşkuyla karşılayıp çeşitli hediyeler vermişler. Bu hediyeler öyle çokmuş ki, artık fakir balık, zengin balık olmuş. Zengin balık ertesi günden itibaren gözlerini denize dikip bir fakir balığın havuza gelmesini beklemeye başlamış.

Zengin balıklar isteseler ve yardım etseler dünyada bir tane fakir balık kalmaz. Bunun için tepecikteki havuzdan çıkıp denize ulaşmaları gerekir. Ama bunu hiç istemezler, çünkü fakir balıklardan gereksiz yere korkarlar. Bu korkuyu yendikleri takdirde mutlulukla kucaklaşacaklardır. Vakit henüz geç değildir. Zengin balıkların tepecikten ayrılıp denize doğru geldiklerini ve denizdeki fakir balıkların onları alkışladıklarını görür gibi oluyorum.

Yazan : Serdar Yıldırım

DÖRT TAVŞANINI PAZARDA SATAN ÇOCUK

DÖRT TAVŞANINI PAZARDA SATAN ÇOCUK

Hasan geçen yıl dokuz yaşındaydı. Bir gün evlerinin arkasındaki bahçede bir tavşan gördü. Tavşan kaçmadı Hasan’dan. Hasan tavşanı sevdi, tutup kaldırmak istedi. Tavşan çok ağırdı, hem karnı şişti. Belli ki yakında yavrulayacaktı. Babası yoktu Hasan’ın. Beş yıl olmuştu, aralarından ayrılıp bu dünyada onları yalnız bırakışı. Anası evlere temizliğe gidiyor, öyle geçiniyorlardı.

Aradan on beş gün geçti ki tavşan dört tane yavruladı. Bir ay sonra anne tavşan ortadan kayboldu. Hasan bir süre sonra anne tavşanı unuttu ve bütün sevgisini yavru tavşanlara verdi. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Artık yavru tavşanlar büyümüş, kocaman birer tavşan olmuşlardı.

Günlerden bir gün Hasan’ın annesi Hacer hanım şiddetli bir gribe yakalandı. Evde yorgan-döşek yatıyor, devamlı olarak doktor, ilaç diye sayıklıyordu. Doktor paraya gelirdi, ilaç parayla alınırdı. Kıyıda-köşede biraz paraları olsaydı, ama hiç paraları yoktu. Hasan sağa-sola bakındı. Sandalye, masa,vazo, tabak, halı gibi eşyaları satsaydı, satsaydı ama eşyaların çoğu eskiydi, hem kim para verip alırdı. Nitekim yoldan geçen bir eskiciye masayla sandalyeyi satmaya kalkmış ama eskici para etmez onlar demişti.

Annesinin hastalığının beşinci gününün gecesi, Hasan rüyasında kendisini evin bahçesinde otururken görüyordu. Tavşanlar da kafesteydi. Birden kafesin kapısı açıldı ve tavşanlar koşarak Hasan’ın yanına gelip, Hasan bizi sat, annen kurtulsun, dediler ve koşarak uzaklaşıp geri dönerek Hasan’ın yanına gelip, Hasan bizi sat annen kurtulsun, dediler. Bu böyle birkaç dakika devam etti. Daha sonra uyanan Hasan sabaha kadar ağladı. Erkenden kalkan Hasan yüzünü yıkadı, elbiselerini giydi. Baktı öbür odada annesi hasta yatağında uyuyordu. Baygın gibiydi. Hasan omuzlarını arkaya doğru gerdi, göğsünü kabarttı, başı dimdikti. Odasındaki büyükçe karton kutuyu aldı. Bahçeye çıktı. Kafesteki tavşanları kutuya koydu. Yolda yürürken hiç ağlamıyordu, Hasan ağlayamıyordu. O gece saatlerce ağladığı için göz pınarları kurumuştu.

Hasan pazar yerinde bir köşeye içinde dört tavşanın bulunduğu karton kutuyu bıraktı. Vakit erken diye ortalık tenhaydı. Geçen saatlerle birlikte tavşanlara müşteri çıkardı. Akşamüstü olmuştu, artık hava kararıyordu. Hasan mecbur kaldığı için çok ucuza tavşanları bir adama sattı. Annesi evde ölümcül hastaydı, ilaç içmesi lazımdı. Hasan en yakın eczaneden, eczacıya durumu anlatıp, birkaç tane grip ilacı aldı. Parası kalmamıştı, doktor çağıramıyordu. Hasan hızlı adımlarla eve doğru yöneldi. Eve vardığında annesinin soğumuş cesediyle karşılaştı.

Yazan. Serdar Yıldırım

CİCİ KUŞ

CİCİ KUŞ

Ormanda yaşamakta olan binlerce bülbül ve kanarya aralarında çıkan tartışmalara bir türlü engel olamayarak yollarını ayırmışlar, ormanın bir tarafında bülbüller, diğer tarafında kanaryalar yaşamaya başlamıştı. Sadece bir bülbül yuvasını terk etmemiş, kanaryalar arasında kalmıştı. İşte, bu bülbül cici kuştu.

Yavru bir kanarya bülbüller tarafına geçince yakalandı ve kafese kapatıldı. Olayı öğrenen kanaryalar elçi göndererek, özür dileyip, yavru kanaryayı geri isteyeceklerdi. Fakat hiçbir kanarya bu işe gönüllü değildi. Sonunda, kanaryalar cici kuşa gittiler ve yavru kanaryayı kurtarmasını rica ettiler. Cici kuş teklifi kabul edip yola çıktı.

Cici kuş bülbüller tarafından sevinçle karşılandı. Baş köşeye oturtuldu. O da bir bülbüldü ve kanaryalar arasında daha fazla kalamayarak hemcinslerinin yanına dönmüştü. Bu kanaryalarla bir arada yaşanmazdı zaten. Ertesi gün cici kuş geliş nedenini açıklayınca ortalık karıştı. Yoksa cici kuş bir hain miydi? Bülbüller, buna fazla kafa yormadılar ve cici kuşu da bir kafese kapattılar.

Cici kuş kendini ve yavru kanaryayı kurtarabilmek için akla karayı seçti. Kötü bir niyetinin olmadığını, yalnızca yavru kanaryayı kurtarmak için geldiğini tekrar tekrar anlattı. Günler sonra yavru kanaryayla birlikte kanaryalar tarafına geçerken, ilk aklına gelen fikre doğrudur deyip başka hiçbir fikri önemsemeyen basmakalıpçılara laf anlatmanın deveye hendek atlatmaktan daha zor olduğunu düşünüyordu cici kuş.

Yazan: Serdar Yıldırım ( 15-1-1993 ) - Bursa

AYLA İLE CADI MEMORY

AYLA İLE CADI MEMORY

Ülkenin birinde Ayla adında güzel bir genç kız yaşıyordu. Ayla okul sıralarında fizik dersine büyük ilgi duyuyor ve bilim adamlarının teorilerini dikkatle okuyordu. Acaba bilim adamlarının aklına bu teoriler nasıl geliyordu? Hiçbir somut kanıta, elle tutulur, gözle görülür hiçbir dayanağa bağlı kalınmadan üretilen teoriler, bazen aynı bilim adamı tarafından, bazen başka bir bilim adamı tarafından fikir ve düşünce sistemleri en üst düzeylere çıkarılarak somutlaştırılıp insanlığa yararlı hale getiriliyordu. Örneğin, Jules Verne “ Aya Yolculuk “ adında bir roman yazacak ve insanlar bu romandaki teorilerin izinden giderek, Ay’a ilk yolculuğu gerçekleştirecekti.

Ayla’nın kafasına Albert Einstein’ın “ İzafiyet Teorisi “ takılıyordu. Bir cisim Dünya’nın dönüş istikametinin ters yönünde Dünya’nın dönüş hızından daha hızlı giderse geçmişe dönmek mümkün olur. Aynı cisim aynı yönde daha hızlı giderse geleceğe gidilir.

Ayla geçmişe dönmek ve bir prenses olmak istiyordu. Bunun için bir zaman makinesi yapması lazımdı. Çeşitli kitaplar okudu, türlü aletler, araçlar aldı. Planlar yaptı, şekiller çizdi. Aylarca uğraştı ve pek çok denemeden sonra zaman makinesini çalışır hale getirdi. Ayla daha sonra zaman makinesinin bilgisayarını 400 yıl öncesinin Avrupa’sına programladı. Bilgisayara tarihle ilgili bilgilerin girişi yapıldığı için, amaca uygun bir ülkeye ışınlandı.

Ayla bilgisayarın seçtiği ülkede ilgiyle karşılandı. Kısa sürede adı herkes tarafından duyuldu. Gelecekten geldiğini söylemiş, başından geçenleri anlatmıştı. Olamaz gibiydi ama olmuş olmuştu. Hem genç kız arabalardan, uçaklardan, gemilerden bahsediyordu. Medeniyetin hayali bile güzeldi. Güzel olan bir şeye güzel değil diyemezdin. Güzellikle çirkinlik on kere yarışsalar dokuzunu güzellik kazanırdı. Kalan bir yarış berabere biterdi.

Ayla penslerle arkadaş olmuştu. Genç adamlar onun etrafında birer pervaneydi. Prenslerin ilerici fikirleri destek görüyordu. Ayla 1997 yılından gelmiş, yaşadığı zamanı anlatıyordu ama prensler sonraki yıllara da fikir çubuklarını uzatıyorlar ve 2000’li, 3000’li yılları tahmin etmeye çalışıyorlardı.

Prensleri sihirli aynasında devamlı olarak takip eden ve beş prense de aşık Cadı Memory, Ayla’dan hiç hoşlanmamıştı. Prensler, Cadı Memory’nin kendilerine aşık olduğunu biliyorlardı. O zaman, bu nasıl küstahlıktı. Cadı Memory, prensleri birer alabalık haline getirip, Ayla ile birlikte, geldiği zamana gönderdi. Ayla evine geri döndü. Beş alabalık ise, bahçeli bir çayhanenin kapalı kısmındaki havuzda yüzüp duruyordu.

Yazan: Serdar Yıldırım

Benekli Kelebeğin Bayramlığı

Benekli Kelebeğin Bayramlığı

Akşamdı. Kaybolan güneşle beraber insanlar evlerine, kuşlar uzaklara, böcekler yuvalarına gidiyordu. Tüm bunların arasında bir kelebek telaşla gezip duruyordu. Siyah benekleri vardı. Açık yeşil kanatları… Bir de çok mühim bir derdi vardı.

Bir kelebeğin derdi ne olabilir ki…

Yarın bayramdı. Ama bizim benekli kelebek, bir bayramlık alamamıştı hâlâ. Ne yapsa ne etseydi. Düşünüyor, düşünüyor ama aklına bir çıkar yol gelmiyordu.

Hafifçe kararan gökyüzüne baktı. Biraz erken olsa gidip onun renginden isteyebilirdi. Şöyle açık mavi bir kıyafet hiç de fena olmazdı hani. Ama gökyüzü artık gece elbiselerini giymişti ve bu renk bir kelebeğin bayramlığı için uygun bir renk değildi. Ağaçların yeşili olabilirdi aslında. Ama bu karanlıkta onlar da birer hayalet gibi olmuşlardı. Bulutlar yoktu, oysa beyaz bir gelinlik isteyebilirdi onlardan. Sapsarı bir elbise de iyi olurdu sanki ama güneş de yoktu ki… Hepsi de gitmişti işte. Kendini çok yalnız hissetmeye başlamıştı. N’apacaktı şimdi…

Böyle küskün küskün dolaşırken ilginç bir şey oldu. İçine bir umut doğdu benekli kelebeğin. Zor zamanda yetişen umutlar da bir başka güzel olur, bilirsiniz.

Gördüğü yere doğru uçtu hemen. Hem de bir helikopter gibi hızlıca… Beneklinin koştuğu yer, ışıkları yanan bir balkondu. Balkonda bir çocuk vardı. Ve masasına eğilmiş, bir şeyler yapıyordu. Kimdi bu çocuk, benekli onu nasıl görmüştü bilinmez. Aceleyle çırpıyordu kanatlarını.

Gideceği yerin yolu, heyecandan o kadar uzamıştı ki, benekli kelebek bir başka ülkeye gittiğini sandı. Sanki kocaman yollar, ormanlar ve denizler geçiyordu.

Kanatları güçsüz kalmıştı iyice.

Nihayet ışıklı balkona geldi. Ve çocuğun tam önüne kondu. Konduğu yer, çocuğun resim yaptığı beyaz kâğıttı.

Onu görünce sevinçle el çırptı çocuk. Nazikçe eline aldı. Benekli, heyecandan az kalsın ölecekti. Sesini toparlayıp:

- Merhaba, dedi.

Neşeyle gülümsedi çocuk.

- Merhaba cici kelebek, dedi. Kelebek devam etti sonra:

- Biliyor musun ben yalnız bir kelebeğim. Yarın bayram. Ama benim hâlâ bir bayramlığım yok!

- Üzüldüğün şeye bak, dedi çocuk. Ben hemen bir bayramlık hazırlarım sana.

- Sahi mi?, diye sordu kelebek. Bunu yaparsan çok sevinirim.

Çocuk hemen boyalarını çıkardı. Çabucak bir kelebek çizdi ve boyamaya başladı. Açık yeşil kanatlı, siyah benekli bir kelebekti çizdiği. Resmini bitirince kelebeğe gösterdi.

- Ooov, dedi kelebek. Tam bir bayramlık bu. Ne kadar da güzel oldu.

Muzipçe güldü çocuk:

- Biliyor musun, dedi sonra. Bu resmi senin kanatlarına bakarak çizdim. Senin kanatlarından daha güzel bir şey olabilir mi? Bence bayrama böyle girmelisin.

- Bir bayramlık kadar güzel mi sence?, diye sordu kelebek.

- Tabii ki güzel, dedi çocuk.

Gülümsedi kelebek. Şöyle bir baktı kanatlarına. Gerçekten de çok güzeldi kanatları. Biraz düşünüp:

- Sen beğendiysen, artık bayramlık aramayayım o zaman, dedi.

Sonra vedalaşıp kanatlarını açtı. Çocuk, kelebeğin arkasından küçük bir siyah benek olana kadar el salladı.

Bayramlıklar hep güzel olurdu. Ama en güzeli elimizdekiyle yetinmeyi bilmekti. Benekli kelebek, bu bayrama bunu öğrenmiş olarak girdi.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...